Ne kastettiğimi anlıyor musunuz? | Havanur Taflan

Aralık 23, 2020

Ne kastettiğimi anlıyor musunuz? | Havanur Taflan

Dünya kocaman ağzını açmış, hayretler içinde küçük bir koyuna bakıyor. Adı Dolly. Farklı biraz… Çünkü üç tane annesi var. Evet, şaşırdınız değil mi ama gerçek. Karşınızda klonlanan bir canlı duruyor. 1996’daki yılın buluşundan bahsediyorum. Bir bilim kurgu hikâyesinin gerçekleşmesi gibi… İnsanoğlunun yapamayacağı bir şey yok artık. Kendi sınırlarını aştı. İnsanlar şaşkın, haberlerde sürekli bu olayı konuşuyorlar. Hatta bizim Dolly üçüzlerini dünyaya getirince şaşkınlıkları daha da artıyor. Düşünsenize istediğimiz özellikte canlıları yaratıp çoğaltabileceğiz. Bilim insanları boş durur mu? Hemen başka hayvanları da klonlamaya başladılar. Bizim sevimli Dolly dört yaşındayken ölüyor ama. Olsun, artık istediğimiz canlıları klonlayabiliyoruz ya. İnsanlar ilk şaşkınlıklarını atınca düşünmeye başladılar ya insan da klonlanabilirse… Muhteşem…  Yaratıcının gücü elimizde artık. Ama bu şaşkınlık bitince korkmaya başladılar. Onca seyrettiğimiz ve okuduğumuz bilim kurgu hikâyeleri gerçek olursa… Gerçekten düşüncesi bile korkunçtu. Kötü amaçlarla kullanılma düşüncesi rahatsız etti insanoğlunu. Özellikle de kendinin klonlanabilecek olması. Dünya hemen yasak getirdi buna. Ama bir yerlerde bir sürü çocuğun sizin için organ bağışçısı olarak klonlandığını söylersem… Buna inanır mısınız?

Yüzlerce çocuğun okuduğu Hailsham denilen bir okula gidelim o zaman. Hailsham adında bu yatılı okulda geçen olayı kendinden “bakıcı” olarak bahseden Kathy’nin dilinden anlatıyor bize Kazuo Ishiguro. Sıradan bir İngiliz okuluna benziyor burası, fakat farklı bir yer olduğunu öğreniyoruz hikâyeyi okumaya başlayınca. Buradaki çocukları diğerlerinden farklı kılan ise; hepsinin organ bağışı için klonlanmış olmaları. Yavan bir tek sesten çıkan bu anlatım içinde biraz sıkılsak da (yazarın yazı stili bu. Birinci kişinin ağzından, onun deyimiyle tek bir bilinçten anlatıyor olayı)konunun derinliği karşısında Kathy ve arkadaşlarıyla hikâyedeki yolculuğa devam ediyoruz ister istemez. Sonunda organlarını bağışlamaya zorlanacak olan bu çocukların bizden farklı olan özelikleri var mı merakıyla ve sınırlı hayatlarındaki insanca dürtüleri karşısında şaşkın gözlerle bakıyoruz kitabın sayfalarına.

Yepyeni bir dünyanın hızla yaklaştığını görüyoruz. Daha bilimsel, verimli bir dünya… Evet, hepimiz bunda hemfikiriz. Eskiden beri var olan hastalıklara çare bulunan bir dünya. (Gerçi virüse bir çare bulamadık…) Harika diyoruz ne güzel. Ama aynı zamanda katı, zalim bir dünya bu… Çünkü bu dünya için bir şeylerin feda edilmesi gerekiyor. Eski dünyayı terk mi etmeliyiz o zaman? Ya hayatta kalmak için birilerini feda etmemiz gerekirse? Bu yüzyıllardır tartışılmamış mı? Feda edeceğimiz klonlanmış canlılar olursa… Daha mı kolay olacak her şey? Hayatta kalmak için can verdiklerimizi (yarattıklarımızı) öldürmek daha mı insani kılacak bizi?

Yazara göre; “Dünyada sadece gerçeklerle idare edemeyiz. Kurguya da ihtiyacımız var… Aynı zamanda bu gerçeklerle yaşamanın nasıl bir his olduğunu da bilmemiz gerekiyor. Bazı insanların aç olduğunu bilmek yeterli değil. Aç olmanın acısını hissetmeliyiz. Birbirimizle doğru düzgün ilişki kuramıyoruz. Kurgu, müzik veya sanat; bize insan bağlantılarımız olduğunu ve birbirimizle duygularımızı paylaştığımızı hatırlatmak konusunda bir şeyler yapabilir.”

Hayatlarının bir amacı olan bu çocuklar, okuldan ayrılıp çağrılacakları güne kadar özgür yaşarlarken neden kaçmadıklarını düşünüyoruz sonra. Bir, iki, üç organ naklinden sonra bitecek bir hayatları var çünkü. Hikâyeyi anlatan Kathy’nin bakıcılık yaptığından dolayı uzun bir süre bağış için çağrılmamasına rağmen kaçmamasına anlam veremesek de kısa süren yaşamına aşkı sıkıştırmış olmasından mutluluk duyuyoruz. (İçimizdeki bir ses sürekli kurtulabileceğini söylüyor oysa.) Bir amaç uğruna yaratılan bu çocukların birilerinin hayatını uzatmak için yaratılmalarını bir haksızlık olarak düşündüğümüzde ise sorular sormaya başlıyoruz. Bizi insan kılan şey ne? Kendimiz için mi, başkaları için mi yaşıyoruz? Tüm bu soruları sorarken bir taraftan az ömrümüzün kaldığını öğrensek, önceliklerimizin neler olacağını düşünmeden de duramıyoruz.

Aslında hepimizin sınırlı yaşamları yok mu? Şanslı olsak bile, bir noktadan sonra fiziksel olarak vücudumuz üzerindeki kontrolümüzü kaybedip gitmeyecek miyiz bu dünyadan? O zaman hikâyedeki çocuklardan farkımız ne? Sadece kalan zamanımızı bilmemek mi? Nobel ödüllü Japon asıllı Kazuo Ishiguro Beni Asla Bırakma romanında aslında bu soruya cevap arıyor. Yayımlandığı yıl “Time” dergisinin İngilizce yazılmış en iyi 100 roman listesine giren bu kitabıyla kendi kaderini kabullenenleri anlatırken bir taraftan da yeni bilimsel çalışmalarla yaratılan (yaratılacak) dünyayı da bize sorgulatıyor. Çocuklar okulda kendilerine anlatılan şeyler için ‘hem anlatılıyor, hem de anlatılmıyor’ diyorlar. Bu yatılı okulda kendilerine verilen tüm bilgiler o kadar belirsiz ki… Nasıl bir dünya var onları bekleyen? (Aslında bizler de bilmiyoruz nasıl bir gelecek bizi bekliyor. Bir sene öncesinde bugün yaşadığımız salgını düşünebilir miydik?) Dışarıdaki herkes onlar gibi mi? Belli bir yaşa geldiklerinde okuldan ayrılan bu çocuklar, bir amaç uğruna yaratıldıklarının farkında olarak, kimden kopyalandıklarını merak etseler de kendilerine verilen görevi yerine getiren otomatlar olarak davranmaya devam ediyorlar. Hayatın içine karıştıklarında özelikle de âşık olduklarında ömürlerini biraz daha uzatmak için organ bağışçısı olmayı ertelemenin yollarını arıyorlar. Ama hepsi boş uğraş bunların. Onları yaratan sahiplerinin hayatlarını kurtarmak için organlarını bağışlamak zorundalar.

Zamanı durdurmak için gerekli olan şey ne? Geçmişe dönüp hatıralara sığınmak mı? Bütün arkadaşları birer birer ölürken yalnız kalan Kathy; “Şimdi şehir dışında araba sürerken, hâlâ bana Hailsham’ı hatırlatan şeyler görüyorum. Sisli çayırların kenarından geçerken ya da bir vadinin yamacından aşağı inerken, büyük bir ev görürsem veya tepede düzenli sıralanmış kavak ağaçları gözüme çarparsa, kendime diyorum ki: ‘Belki budur, işte! Buldum sonunda! Burası gerçekten Hailsham!’ Sonra bunun imkânsız olduğunu hatırlıyorum ve arabayı sürmeye devam ediyorum, düşüncelerim başka yerlere kayıyor.” diyor hikâyenin sonunda. Kaderine boyun eğiyor o da tüm diğerleri gibi. (Çünkü artık ona da haber gelmiştir. İki hafta içinde organ bağışçısı olacaktır. Bir, iki, üç belki de dört hayati organını bağışlayacak sonra…) Artık kalamayacağı bu dünyanın yasını tutarken yaşadığı aşkın mutluluğu ve geçmişin özlemiyle bakıyor etrafına. Okulda küçük bir kızken dinlediği müziğin ezgilerini mırıldanıyor içinden.

Umutsun sen sımsıkı tutunduğum

Bugünüm olmasan da yarınım sonsuzum

Kök saldığım toprak

Evim bildiğim

Yanılsan da yorulsan da

Beni asla bırakma.

Yaşam ne kadar sürerse sürsün tüm amacımız insanca bu süreyi tamamlamak mı olmalı?  Yoksa daha uzun yaşamak için mi olmalı tüm çabamız? Ölümsüzlük iksiri bulunmadığına göre ne önemi var bunun? Ne yapmalı o zaman? Kaderi kabullenmek mi gerek? Ishiguro; her yeni çalışması için; “bayrağın olmadığı bir yere bayrak koyuyorum” diyor. Ona göre yarattığı bu dünyaya insanlar artık daha farklı bakmak zorunda. Çünkü yeni bir bayrak diktiği bu dünya, başka hiç kimsenin asla işgal edemeyeceği bir hayatın olabilme umudunu besliyor. Yazarın bu çabası karşısında; umuda sımsıkı tutunmak, kurgudaki hataları görüp gerçeklere daha fazla sarılmak da biz okura düşüyor sanırım.

2017’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan yazar öyküler için; “bir insanın başka bir insana: ben böyle hissediyorum. Ne kastettiğimi anlıyor musun? Sana öyle gelmiyor mu?” diye sormak için yazıldığını söylüyor. Evet, ben de Kathy’nin öyküsünü okurken bunları hissettim. Belki siz farklı şeyler hissedeceksiniz okuduğunuzda. Ne kastettiğimi anlıyorsunuz değil mi?

Kaynaklar:

https://www.nobelprize.org/prizes/literature/2017/ishiguro/biographical/

https://www.independent.

Kazuo Ishiguro, Beni Asla Bırakma, YKY Yayınları

Havanur Taflan – edebiyathaber.net (23 Aralık 2020)

Yorum yapın