Şimdi şöyle bir sahne düşünün. Yurtdışından ülkesine dönen bir adam. İndiği havaalanında 5 sivil polis tarafından yakalanıyor. 5 sivil polis eşliğinde havaalanından çıkarılıp kapıdaki bir minibüse bindiriliyor. Minibüse önde ve arkada da birer araba eşlik ediyor. Daha sonra adamın evine aramaya gidiliyor, bu sefer onlarca polis ve asker bir arada. Sizce ne yapmış olabilir bu adam?
Demokratik bir hukuk devletinde olsak ben adamın azılı bir katil olduğunu düşünürdüm. Ya da büyük bir uyuşturucu çetesinin başı. Yaşadığım ülkede ise ilk aklıma gelen siyasi bir suçlu olurdu. Muhtemelen ünlü yazar ya da gazetecilerimizden biri. Muhtemelen de geniş halk kitleleri tarafından sevilen biri. Daha kim olduğunu öğrenmeden üzülebilirdim o adam için.
Girişte yazdığım sahnenin baş aktörü kim biliyor musunuz? Tarık Akan! Aynen bunları yaşıyor. Tüm bunları, yazdığı ilk ve tek kitap Anne Kafamda Bit Var’da şaşkınlıkla okuyorum. Yıl 1981. Tarık Akan Almanya’da yaptığı bir konuşmadan dolayı vatan hainliği ile suçlanıyor. Suçlamanın nasıl yapıldığı da şu bildik hikâye. Bir gazete Tarık Akan’nı hedef gösteriyor, vatan haini ilan ediyor. Birkaç sözde şikâyetçiden aslı astarı olmayan yazılı şikâyetler, yalancı tanıklar vs. Tarık Akan birdenbire vatan haini oluveriyor.
Kitapta 12 Eylül’de yaşananlarla ilgili bugüne kadar yazılan, anlatılanlardan farklı bir şey yok. Tarık Akan nispeten daha az eziyet gördüğü için belki, daha çok koğuş arkadaşlarının hikâyelerine, yakın çevresinde gördüğü olaylara yer veriyor. Bildiğiniz gibi öyle korkunç şeyler yaşanıyor ki, benim başıma da şu geldi bu geldi şeklinde kendini merkeze alan bir anlatımı bu yüzden tercih etmediğini, yaşadığı sıkıntıların çoğuna yer vermediğini düşündürdü bana. Tabii itilip kakılmalardan, aşağılanmalardan, soğuk hücrelerden, bitli fareli koğuşlardan nasibini alıyor o da. Tarık Akan olmasının getirdiği kolaylıklar kadar zorluklar da var. Bazı polisler ellerine fırsat geçmişken Tarık Akan gibi bir ismi ezmekten ayrı bir keyif alıyorlar. “Ne olmuş lan Tarık Akan’san?” gibi cümleler en alışıldık ve en zararsız muameleler. Bir gün bir polis gelip Tarık Akan’ı çıkarıyor hücresinden ve diğer hücrelere çöplerini koridora atmalarını söylüyor: “Ulan çöplerinizi dışarı çıkartın! Vatan haini Tarık Akan toplayacak!”
Tarık Akan önce siyasi şubede sonrasında askeri hapishane Selimiye Kışlası’nda geçiriyor gözaltı sürecini. O dönemde benzerini yaşayan yüzlerce insan gibi. Selimiye Kışlası’nın koşulları nispeten iyi olsa da, bitleri pireleri eksik olmuyor. Bir askerle de son derece gergin, neredeyse hayatına mal olacak bir takışma yaşıyorlar.
Avukatları Burhan ve Orhan Apaydın sayesinde bu olaydan kurtulmayı başarıyor, ancak hapisten başka bir Tarık Akan olarak çıkıyor. Sonrasında başka konularda da kendisine ve dostlarına dava açılıyor. Yıllar sonra beraat ediyorlar bu davalardan da. 28 Şubat 1997’de bu kitabı yazmaya karar veriyor. Kitap 2002 yılında yayımlanıyor.
Kitap 8 bölümden oluşuyor. Ayrıca fotoğrafların yer aldığı bir albüm bölümü var. Dördüncü bölüm, o dönemde çekimleri gizli saklı yapılan ve Mayıs 1982’de Cannes Film Festival’inde Altın Palmiye Ödülü kazanan Yol filmine ayrılmış. Yol’un hangi şartlarda çekildiği çok etkileyici, ancak bu bölümde beni çok yaralayan bir at öldürme sahnesi var. Film için bir atın gerçekten öldürülmesi ile ilgili kısmı okuduğumda dehşete düştüm. O dönem çekilen filmlerde hayvanların film icabı öldürülmesinin doğal karşılanmasını bu kitapla öğrenmiş oldum ve yıkıldım diyebilirim. Aklımdan hiç çıkmayan şu soru bugünün sanatçı ve aydınları için de geçerli: İnsan hakları ve daha güzel bir dünya düşü için canları pahasına her şeyi göze alabilen bu insanlar, bir hayvan, ağaç ya da doğanın herhangi bir parçası söz konusu olduğunda nasıl bu kadar kayıtsız ve duyarsız olabiliyorlar?
Yol ile ilgili bölümde ilgimi çeken diğer bir konu ise senaryonun Yılmaz Güney tarafından hapishanede yazılmış olması, senaryo yazım sürecinde Tarık Akan’ın Yılmaz Güney’i hücresinde rahatça ziyaret ediyor olabilmesi oldu.
Kitabın yedinci bölümünde avukatları Orhan ve Burhan Apaydın sayesinde suçunun nasıl asılsız olduğu ortaya çıkartılıyor. Şikayet sahiplerinin sahte adresleri, konuşma yapılan salonda bile bulunmamış oluşları teker teker ispat ediliyor.
Tarih sürekli ve sürekli tekerrür ediyor…
Kitap hem Tarık Akan’ın yaşadıkları üzerinden 12 Eylül’ün yazılı bir belgesi, hem de Tarık Akan’ın pek bilinmeyen anılarını anlatıyor. İyi ki yazmış. Sözün bittiği yer diye bir şey yok. Söz hep devam ediyor… Etmeli, edecek…
Anısına saygıyla…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (2 Kasım 2016)