Ne yazarlar sevdim aslında yoktular çünkü onların algı ve yetenekleri bu sıradan dünyanın çok üzerindeydi. Romain’ı, özellikle “Onca Yoksulluk Varken” romanıyla tanıttığım ilk yazıdan sonra burada, onun romancılığındaki entelektüelliğine değineceğim. Bir kitaptan çok daha fazlasına sahip romanlarının içlerine girdikçe, neler keşfedeceğine şaşırıyor insan… İncecik bir kitaptan bakınız neler çıkacak: “Yalan Roman”ı didikleyeceğiz: Yazarlığın ötesine geçmiş bu kalemleri kazarak okumalı.
20. yüzyılın edebiyatının kötü çocukları[1] arasında da anılan Gary’nin önemli özelliklerinden biri altı dili akıcı bir şekilde konuşabiliyor olmasıydı. Rus asıllı bir Yahudi olan Gary, askeri görevlerinin yanı sıra diplomat, yazar, senarist ve yönetmendi. Birden fazla edebi kişiliğin ustası, Fransız direnişinin madalyalı kahramanı ve iki kez Prix Goncourt kazanan bir romancı olmuştu. (ödülün değerlendirme tablosuna göre teknik olarak imkânsız fakat takma adıyla almıştı hatırlarsanız) Hollywood’daki Fransız büyükelçiliğinden, Los Angeles başkonsolosluğuna kadar ilerledi. Savaş sonrası diplomatlığı yaptığı sırada, yıl 1945, İngiliz yazar ve Vogue Dergisi Editörü Lesley Blanch ile evlendi. Meslekleri gereği farklı ülkeleri gezen çift, elitlerin ve partilerin aranılan isimlerinden oldular. Dönemin ünlü yazar ve film aktörleri olan Aldous Huxley, Gary Cooper, James Mason, Sophia Loren ve Laurence Olivier gibi ünlülerle dostluk kurdular.
1962 yılında Gary, kendinden 24 yaş küçük, dönemin en güzel kadınlarından biri olan Amerikalı aktris Jean Seberg’e âşık oldu. O dönemde Seberg’i Gary’den daha ünlü yapan yeni akım Fransız sinemasının önemli yönetmenlerinden Jean Luc Godard’ın À bout de souffle (Serseri aşıklar, 1959) filmi ile ünlenmiş ve aralarında Peter Sellers, Jean Paul Belmondo, Warren Beatty ve Clint Eastwood’un da bulunduğu dönemin birçok önemli oyuncusu ile kamera karşısına geçmiş olmasıydı. Hatta Seberg’in Clint Eastwood ile ilişkisi olduğundan şüphelenen Gary’nin Eastwood’u düelloya davet ettiği de rivayet edilir.
Yazar olan ilk karısı Lesley Blanch’ı Jean Seberg için terk etti.
Romain Gary, Jean Seberg ile Roma’da (Resim, 1961)
Her fotoğrafında ya bir elinde dolmakalem, diğerinde yanan bir puroyla ya evinde hayvan derileriyle kaplı kanepesinde deri pantolonla kruvaze blazer ceket ve John Lennon gözlükleriyle dinlenirken ya da sevgilileriyle görülmüştür Gary. Orta yaşlarında, günlük egzersiz rutiniyle ilgili Sports Illustrated’ın resimli hikayesi bile olmuştur.
Romain ’in burada anlatacağım ve Varoluşçu Edebiyata damga vuran en iyi örneği Pseudo, Dilimize Yalan Roman ismiyle yine usta çevirmen Roza Hakmen tarafından çevrildi; duraksatan ve düşündüren vurucu cümleleriyle elime yapışan bir roman daha… “Kendimi ben yaratmadım” felsefesiyle başlayan ve Bir Delinin Hatıra Defteri (Gogol) kıvamımda devam eden kurgusal bir hiciv. İfade ironisi ve spontane bilinç akış tekniğiyle bu romanda Gary, derin kavrayışıyla çağdaş dönem romancılarının üstüne çıkıyor.
Kurgu edebiyatının gerçek ustalarına baktığımızda hemen hepsinin, yarattıkları karakter gibi yaşayıp yaşamadıkları merak ederiz değil mi? Yoksa gerçek karakterleri istedikleri gibi değiştirip mi kurguluyorlar? (Bunları cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz.) Dostoyevski’nin Kumarbaz’ındaki ana karakter kendisi değil miydi? Ya da Tolstoy’un Anna Karenina’sındaki kral? Hepsi belki birer otobiyografik romanlardı. Bence bu kadar gerçekçi bir varoluşçuluk yaşanmadan yazılamaz. Bu yazarlar, roman karakterleriyle iç içe yaşarlar. Romanı okurken John Nash’in yaşamını anlatan film geldi aklıma: Şizofreniyle, üstün zekâsı sayesinde baş edişi…Acaba Gary’de bu romanda anlattığı gibi bir beyin sekansına sahip miydi? Yalan Roman’ı okuduğumda; merak ettiğim tüm bu soruların cevaplarını ve Onca Yoksulluk Varken’inin yaratılma sürecindeki gerçekleri buldum.
Bu romanda Gary’nin absürt felsefe edebiyatı daha net göze çarpar. Albert Camus gibi sarkaztik edebiyatı çok iyi kullanır; bilinçli ya da bilinçsiz, onu bilemiyorum.
Yalan Roman. Mekân Danimarka, Kopenhag, Dr. Christianssen Psikiyatri Kliniği. Ana Karakter anlatıcının kendisi. Yine tanrısal. Hikâyenin geçtiği tarih 1976. Çatıştığı amcası Maurice. Sanki Van Gogh’un amcası gibi; yetenekli bir yazarı delirdiği için kliniğe yatıran amca. 15.05.1972 tarihli Fransız Cahor gazetesine göre gerçekte burada tedavi görmüş gibi duruyor. (sy.12 de anlatılıyor) Madam Rosa’yı annesine bakarak yarattığını Memo’nun da kendi olduğunu da anlatıyor bu romanda. Elbette kurmacanın kesinliği yoktur. Yine romanda Emile Ajar (mahlası) diye birinin olmadığını, ödülü almaya gitmediğine çok sevindiğinden de bahseder. Ödülü amcasının aldığını ve onu kandırdığını anlatır. Tipik bir Van Gogh vakası. Bu roman onun bir otobiyografisi mi hayli düşündürücü.
“Toksik Kişiliğimin Detoksu ve Büyük Gerçekliğimin Buhranı” dediği bu roman, Danimarka’ya övgüyle doludur (Danimarka da gerçekten övgüye değer): “Danimarka’da ambulansların sesi bizdeki kadar yürek parçalayıcı değil. Belki de Danimarka’da daha az acı çekildiği için o kadar bağırmaya lüzum yoktur, ondandır…” (s.28)
Gary, gerçek bir entelektüel, sağlam bir edebiyat bilgisine sahip, esaslı bir siyasetçi ve iyi bir insan sarrafı. Psikiyatrik konulara, sarkastik yaklaşacak kadar hâkim, iyi bir gözlemci, anti-Freudyen, o da Thomas Szasz gibi psikiyatrinin bir yalanlar bilimi olduğuna -hakkı sayılır araştırmalarla- inanıyor. Bu ifadelerle: “Besbelli, beyin doğanın bir hatası…Ya da aşağılık, haince bir kasıt. Beynin yaratılması hainliğe en iyi örnektir…Adem’e bence bir kan tahlili yapılmalıydı…” “Kendimi ben yaratmadım; işin içinde ana-baba kalıtımım var; alkolizm, beyin sklerozu, biraz daha geride veremle şeker hastalığı var. Daha gerisini bilmem.” “İnsan kişiliğim bana oyun oynamaya başlıyor.” “Kalıtım unsuru deoksiribonükleik (DNA) aside karşıyım. Deoksirübo nükleik asit, tüm organizmaların bazı virüslerin canlılık işlevleri ve biyolojik gelişimleri için gerekli olan genetik talimatları taşıyan bir asit DNA bilgisini uzun süre saklar…Edinilmiş özellikler kalıtımla geçiyor mu bilmiyorum, eğer geçiyorsa büyük servete kondum demektir.” “Bilinçliliğin öncelikle büyük bunalımlılarda sık sık rastlanan bir belirti olduğunu size psikiyatrların en salağı bile söyleyebilir.”
Atavizme, patriyarkal ve heteronormallikle ilgili hemen her şeye karşı.
Yazmaya aşık: “Yazar olamadıktan sonra gerçeklik falan kalmaz, bugün gibi ortada. Var olmayışın abc’sidir yazmamak. Korku içinde yazıyorum kelimelerin kulağı vardır çünkü. Kulakları hep kiriştedir ve arkalarında da kollayan adamları vardır. Çevrelerler insanı, kuşatırlar, lütuflara boğarlar ve tam onlara güvenmeye başladığınız anda küt! Üstünüze çullanırlar, bir de bakarsınız, birilerinin hizmetinizdesiniz artık… Kelimeleri ciddiyetlerinden, boşluklarından ve ‘mış gibi’ lerden yoksun kıldığını mı, sağlıklı, yani kıpkırmızı, dolgun yanaklara sahip olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Kelimeler sağlıklılıktan tiksinirler; sağlıklı olmak onları hasta eder” “Günde birkaç saat yazıyorum ancak kendimi görmemek için içime dönüyordum. Korku içinde yazıyordum; kelimelerin kulağı ağırdır çünkü…” “Yazar olmadıktan sonra gerçeklik, sözlere itibar falan kalmaz, gün gibi ortada varolmayışın abc’si…”
Muhteşem bir yaratıcılığa sahip: Kendisini “Koca Tembel” isminde bir belgeselin pitonu olan karakterini, halüsinatif-şizoit üzerinden anlatmasındaki ustalığa şapka çıkarmalı. Kendi kurguladığı karşıt bir dünyada herkes olabiliyor.
Karşıtlık edebiyatı: “Genlerin olduğu yerde haz olmaz dostum. Sizin genleriniz başkasınınkinden daha iğrenç değil ki rahat olun. Eğer yayıncım varlığımın kanıtlarını sunmamı istemeseydi belki rahatlayabilirdim. Varoluşum kapıya dayanmak üzereydi.”
Hiciv kalitesi: “O anda ayağa fırladım. Benim de anasını satayım bir gururum var. Demek istiyorum ki benim de bir gururum var, anasını satayım, demek istiyorum ki, eninde sonunda, benim de anasını sattığım bir gururum var. “Uuuuuu” Danimarka’da o güne dek böyle bir insan ıstırabı uluması işitilmemiştir. Tamam ben deliyim ama hiç değilse İran Şahı değilim, Pehlevi değilim.”
Dünyada olan kötülüklere, kötü liderlere ve düzene öfke: “Psikiyatrik değil politiksiniz siz.” Dışarının şizotipal siyasetçilerle dolu olduğunu söyler: “…dışarısı Açıkhava tımarhanesi…ben neden buradayım?” Çünkü dört yaşındayken bir kedi yavrusu öldürmüşsünüz, dosyanızda yazıyor,” diyorlar, az kalsın “Bayılıyordum. Biliyorlardı. Auschwitz, cinayetler, sefalet, korku, Pinochet, Pliyuç, Hitler, Çingene Soykırımı, Gulag yarımadası olayı, Bangladeş savaşı değil, bir kedi yavrusuydu…Bir daha asla şiir yazmayacağım, Tiranlar seviyor şiir yazmayı. Sadece benimkiler değil tüm şiirler kayıptır. 1975 senesinde Goncourt Ödülünü paniğe kapıldığım (panik atak geçirdiğim) için geri çevirdim bir Yalan.”
Gary, soyadını Rusçada “yanmak” anlamına gelen Gary’yi seçmiştir. Yazar hem asil hem Fransız hem annesinin hayallerindeki büyük yazara uygun hem de kendi özgüven eksikliğini saklayacak bir isim seçmesi gerektiğini La nuit sera calme (Gece sakin geçecek) adlı kitapta şu şekilde açıklar; “Kendimi ciddi bir mahkemede test etmek istiyorum. Bu nedenle ‘ben’i yakıyorum ve yeni kimliğime geçiyorum.”
Romain Gary ile ilgili tüm ipuçlarını kitaplarından ve kurguladığı kahramanlarından öğrenebiliyoruz. Eski bir film aktrisi olan ve hayatını oğlunun kariyerini şekillendirmeye adayan annesi Nina ile olan ilişkisini La Promesse de l’aube (Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı) kitabında anlatır mesela. Kocası tarafından terk edilen ve on dört yaşındaki oğluna daha iyi bir gelecek sağlamak için Nice’e taşınan Nina, köpek gezdirmeden garsonluğa, falcılıktan kuaförlüğe kadar her türlü işte çalışarak kendi yaşamında yarım kalan şöhretinin oğlunda parlaması için elinden geleni yapar. Kitabında “cehennemden gelen şov dünyasına ait annem,” diye tanımladığı annesinin onu, oğlunun el attığı her konuda başarılı olacağını; askerlikte, politikada, yazarlıkta önemli yerlere geleceğini, dünyanın en güzel kadınlarının ona hayran olacağını söyleyerek büyüttüğünü söyler. “Viktor Hugo kadar önemli bir yazar olacaksın” dermiş. Bu konuma uygun yeni bir isim bulmalıydı. Romain Gary yapmıştı.
Hastalığı ilerleyen annesinin tarih belirtmeden yazdığı 250 mektubu oğluna her hafta göndermesi için bir arkadaşına teslim etmiş hep. Gary ülkesine geri döndüğünde annesinin üç buçuk yıl önce öldüğünü öğrenmiş ve mektupları da o zaman teslim almış. O günden sonra hayatını, annesinin ruhunu memnun etmeye adadığını söylemiştir.
Güzel aktris ile entelektüel yazarın evliliği (Seberg-Gary) çok merak uyandırmış. Çünük çift artık Kennedy’lerle boy gösteriyormuş, her yerde hayranları tarafından takip ediliyorlarmış. Alexandre Diego adında bir oğulları olan çift, sekiz yıl süren evliliklerinin bitmesine rağmen hiçbir zaman birbirlerinden kopmamış. Gary, Seberg’a[2] karşı olan duygularını şu sözlerle ifade eder; “Ne değiştirebildiğin ne yardım edebildiğin ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz.”
1973 yılına gelindiğinde 22 roman ile Fransa’nın en önemli yazarları arasındaki Gary, eleştirmenler tarafından çağdışı, eski, muhafazakâr olarak tanımlanmaya başlamıştı. O kadar ünlendi ki eserlerine önyargı ile yaklaşıldığını hissetmesiyle, yılanıyla yaşayan yalnız bir adamın komik hikâyesini yazmaya başlar. 59 yaşındadır ve bu kitabıyla yeni ve taze bir yazar olmaya karar verir ve mahlası Emile Ajar böyle doğar: “Sadece kendim olmaktan sıkılmıştım. Birinin gençliğine, başlangıç heyecanına, yeniliğe ihtiyacım vardı.” Rusça “sıcak” anlamına gelen “Ajar” soyadı ile de kelime oyununu sürdürür. Emile Ajar’ın hayat hikâyesini etraflıca düşünür. Ajar, 34 yaşında Cezayir asıllı bir tıp öğrencisi olarak tanıtılır. Fransa’da yaptığı yasadışı bir kürtaj nedeniyle Brezilya’da yaşadığı ve yazılarını oradan yolladığı açıklanır. Zaten oğlu Diego Brezilya’da yaşamaktadır ve yazılar bu yolla yayınevine ulaştırılır. Jean Seberg ve birkaç dostu dışında kimse gerçeği bilmez.
1979’da Gary’nin biricik aşkı Jean Seberg’ün cesedi, yarı çıplak halde arabasında bulunur. Yanında ise bir kutu uyku ilacı ve “Bu stresle yaşayamıyorum” yazan not ve boş bir uyku hapı kutusu. Bu ölüm hala şüphelidir ve FBI ile bağlantısı tartışılmaktadır. Seberg’ün ölümünden bir yıl sonra ise sıra Gary’ye gelmiştir. Ölümünün ardından bir mektup (içinde Emile Ajar’ın kendisi olduğunu da yazdığı) ve yayınlanmak üzere bir kitap bırakır. 20 yaşından beri yazdığı ve hayat hikâyesini anlatan bu kitapta tüm gerçekleri açıklayan Gary, “sonunda kendimi ifade edebildim” der ve şöyle bitirir: “Çok eğlendim, teşekkür ederim, hoşçakalın…” Takma isimle yazdığı tüm yazı ve romanlar ölümünden sonra yayınlanan Vie et Mort d’Emile Ajar otobiyografindeki itiraflarında ortaya çıkar. Seberg’in ve Gary’nin intihar mı etti yoksa öldürüldüğü mü hala şüphelidir. Bana göre Kennedy’lerle dostlukları, takma isimler, Brezilyaya kaçış, Yahudi köken gibi bir dizi şey bu şüpheyi desteler niteliktedir. Gary’i gerçekten okumak lazım.
Gary’i bizde ilk keşfeden Atilla İlhan’dır. Cennetin Kökleri’ ni Türkçe’ye çevirmesi için Mehmet Erdoğan’a, “Gary ölmüş, fevkalade bir yazardı. Tabancayla başına sıkarak hem de…bıraktığı notta ‘her şeyi çok hatırlıyorum’ yazmış,” demesinin ardından İlhan, “çeviri kitaba etkili bir önsöz hazırla Mehmet,” ricasında bulunurken üzgünmüş.
Kaynaklar:
https://en.wikipedia.org/wiki/Hocus_Bogus
https://www.tabletmag.com/sections/arts-letters/articles/romain-gary-literary-impostor
[1] Kötü davranışları tekelinde tutan yalnızca rock yıldızları, şarkıcılar veya aktörler değil. Yazarların kelimeler ve yumruklarla savaştığı, şairlerin hızlı yaşayıp genç öldüğü durumlar da var. Muhteşem Gatsby ve Yolda gibi, bir neslin belirleyicisi haline gelen klasikleri kaleme alan bu yazarlar çoksatan listelerine hayatlarını yaşadıkları hızda girdiler. Edebiyatın Aykırı Çocukları; Edgar Allan Poe, Oscar Wilde, Zelda ve F. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Dorothy Parker, Hunter S. Thompson, Jack Kerouac ve Bret Easton Ellis gibi edebiyat dünyasında iz bırakanları daha iyi anlamak için ibreyi onlara çeviriyor. (“Edebiyatın Aykırı Çocukları” Andrew Shuffer)
“Meziyet nedir bilmek için önce kötü huylara aşina olmalısınız.” – Marquis de Sade
“Sorun: Can sıkıntısı. Çözüm: Seks, alkol, silah.” – Daniel Friedman, Lord Byron’un hayatını anlatırken
“En hoş şarkılarımız en acıklı düşünceyi anlatanlardır.” – Percy Bysshe Shelley
“Erkekler ve kadınlar daha doğuştan bilir; bütün zevkler kötülükte yatar.” – Charles Baudelaire
“Doğru olmadıkça, benim hakkımda ne yazdıkları umrumda değil.” – Dorothy Parker
“Hayat hakkında yazabilmek için önce onu yaşaman gerekir!” – Ernest Hemingway
“İçki dökmek tıpkı kitap yakmak gibidir.” – William Faulkner
“Büyük şeyler modalara, heveslere ve popüler görüşe teslim olanlar tarafından yapılmaz.” – Jack Kerouac
“Ölümün uzunluğunu düşündüğümde hayatın kısalığı her şeyi anlamsız kılıyor.”- Elizabeth Wurtzel
[2] Seberg, Amerikalı siyahilerin haklarını savunan Kara Panterler’e açık destek veriyordu. Bu yüzden FBI’ın takibine alınmıştı. Böylece ünlü yıldıza ağır bir karalama kampanyası başlatıldı. Kara Panterler’in liderinden hamile kaldığı söylentileri yaydılar. Oysaki Seberg, Gary’den yeni boşanmıştı ve ünlü yazar Carlos Fuentes ile iki ay süren fırtınalı bir aşk yaşıyordu. Bu ilişkiden hamile kalan Seberg’in yardımına yine Romain Gary yetişti. Çocuğu sahiplenen Gary, baskılardan dolayı erken doğan kız çocuğuna annesinin adı olan Nina’yı verdi. Sadece iki gün yaşayan bebeği camdan bir tabutta medyaya gösteren Seberg böylece bebeğin zenci olmadığını tüm dünyaya haykırdı. Seberg kendisini sayısız intihar girişimine sürükleyecek derin bir bunalıma girdi. Carlos Fuentes, Yalnız Avlanan Tanrıça adlı hüzünlü romanında hem onu hem de aşklarını ölümsüzleştirdi.
edebiyathaber.net (29 Ağustos 2024)