Sevgili Nezim, Alacaceren’i okudum. Bir kitabı okuduktan sonra okuma hazzını birileriyle paylaşmak ister ya insan. İşte o duyguyla yazıyorum. Sizi yaşamınızın belli tarihlerinde selamlamak yerine şimdi ve şu anda selamlamayı da amaçlıyor bu yazı.
Alacaceren’in çekirdeği bir gazete haberi olsaydı; “Uzun süredir şiddetli geçimsizlik yaşayan çift aynı anda evi terk ederek iki küçük kızı yalnız başlarına bıraktılar. Vicdansız anne babanın nerede olduğu bilinmiyor. Çocukları anne-dedeleri bakacak,” diye bir haber oluşurdu sanırım. Haberler yaşamımızdan gelip geçer. Oysa yazın sanatının o görkemli kapısını kitabı açacak olursak… Bir matruşka buluruz.
İki kız kardeşin yaşamından kesite bakıyoruz. Bakışımız, kardeşlerden biri; yazı yeteneği olan Bengisu, aracılığıyladır. Annesi ve babası hem parasal hem dünya görüşlerinin farklılığı nedenleriyle ayrılan iki kız çocuğunun terk ediliş öyküsü, dedenin onlara kol kanat germesi sıkıntılı günlerin içinde yakalanan güzel yaşam ayrıntıları. Bengisu’nun 6-7 yaşlarındaki halinden başlayıp genç kızlığının bir bölümüne tanık oluyoruz.
Bengisu karakterinin yönünden ve anlatıcı/yazar yönünden ağırlıkta olmasına karşın karakterleri birbirinin gözüyle de aktarılmışsınız. Burada amaç okuyucuyu farklı bakış açılarında gezdirerek geniş bir sunuş yapmak olsak gerek. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi. Bengisu’nun yaşamına bakışını, onunla ilgili incelemelerindeki bulgularını, kendiyle bir gibi hissettiği noktaları, duygu birlikteliklerini anlatıyorsunuz. Kimi zaman da öylesine kendinizi dışarıda tutuyorsunuz ki Anlatıcı/Yazar mı konuşuyor yoksa Bengisu’nun belleğinin içine girmiş biri mi söz konusu duraksıyorum. Anlatım merceklerini Anlatıcı/Yazar dışında listelemek gerek. Bengi’nin anlattıkları, Bengi’nin kurmacalarındaki (Ayşe) karakterin annesine ve çevresine bakışı, kurmaca karakterin annesinin anlattıkları, Dede’nin anlattıkları ve misafirlerin anlattıkları. Bu farklı gözler, farklı okuma eksenlerinin yazara anlatım kolaylığı getirdiği kuşkusuz. Aynı zamanda olay-okuyucu bağlantısı kurularak metne genişlik kazandırılmıştır. Geçişlerdeki çabukluğu ise sonsuz bir keyifle okudum.
Birbirinden farklı fiil zamanlarını peş peşe kullanmakla aynı anda birçok algıyı doyurmayı hedeflediğinizi düşünüyorum. Görme, duyma, koku, dokunma, bilinç, bilinç akışı, duygu renkleri, değerler, felsefeler, toplumsal sıkıntılar, baskılamalar, karakter portelerinin çizimi vs. bu nedenle bir biri ardınca algılanıyor. Böylelikle asla tekdüze olmayan, okuyucuyu diri tutan bir anlatım ki “amacın” emrinde olduğunu hissettim.
Özenle seçilmiş cümlelerden oluşan bölüm adları fısıltılı anlatı akarken azıcık yüksek sesle dikkat çekmek için söylenmişçesine hoş duruyor. “Sabahlardan bir sabah… “ merakla sonrasını beklememize neden oluyor. Bu noktada bölüm adlarını peş peşe dizip okumak geldi içimden; Sabahlardan bir sabah / Bir başka sabah/ Ah Güzel Sabahlar da Vardı/ Doğru Böyle Sabahlar Vardı/Geçip Gitmiş Bir Dolu Sabah Var. Anımsamak Olası Değil Hepsini/ Bengi Roman Yazmaya Bir Sabah Birdenbire Karar Verdi / İlk Aşk/
Anımsandığında Acı Veren Sabahlardan Biri /Sabahların En Acısı/
Bir Sabah Dede Gelmişti/ Çocukluğumu Yazmak İstiyorum/ Bir Sabah Daha/
Bir Gülperi Hanım Varmış… Şiir gibi ayrı bir metne ulaşılıyor…
Roman kadronuza baktığımda, yer yer çarpıcı, ayrıntılı tanımlamalar buluyorum. Ama karakterlere ilişkin bütünü, metnin içine serpilmiş ipuçlarıyla, boşlukları doldurarak okuyucunun oluşturmasını bekliyor Alacaceren metni. Her birini tepkilerinden, tepkileri doğrultusundaki sözcüklerden, çatışmalardan tanıyoruz. Bengi ve Dede çok katmanlı karakterler. Ama yalınkat karakterler olmasına karşın son bölümdeki akraba kadınların romanda var olmasıyla bambaşka bir derinliğe ulaşılıyor. Yalınkat karakterler çok katlı karakterlerin ve olayın iletiminin güçlenmesi için var edilmişler sanki. Amaçsız değiller. Ya da salt olayın başka yönünü göstermek için kullanılmış değiller.
Bengisu | Romanın anlatıcısı ve başkahramanı. Küçük bir kız olarak girdiği kitaptan genç kız olarak ayrılır. |
Gün | Bengisu’nun kız kardeşi. Güzel bir kızdır ve Bengisu tarafından hep korunmaktadır. |
Dede | Bu iki çocuğun yaşamında kocaman bir irade, güç, sevgi, güzellik, dayanak unsuru olarak bir anlığına yer alır. Ama onların gelişimine gerçek katkısı olan karakterdir. |
Anne | Beklentileriyle yaşamı arasındaki derin ayrılıklara dayanamayan ve çözümü kaçmakta bulan karakterdir. Dedenin ölümüyle yine çocuklarının yaşamında yer alacağı hissedilir. |
Baba | Tahsilli olmasına karşın toplumla ve mesleğiyle barışamamış, alkolle sarmalanarak düşler ülkesinde yaşamayı seçmiş, sonra da çocuklarını bırakmış zayıf karakterli, sevecendir. |
Gülperi Hanım | Dedenin ölen ikinci eşidir. Dede için çok özel kişiliğini ve yitirilmesinin getirdiği acıyı hissederiz. |
Kaleminize ilişkin keyifli keşiflerim ise şunlar oldu;
İlk söylemem gereken metnin olay örgüsü ile değil anlatısal zenginliklerle örgütlenmiş olması. Bunun için karakterlere özgü sözcükler, deyimlerle, duygu veya mekân betimlemeleri kullanmışsınız. Öte yandan Alacaceren’de sabahların ele alındığını gözlemledim. “Yaşamlarının sabahlarını yaşayan” iki kız çocuğunun bu başlangıçlarına dikkat çekilmek istenmiş gibidir.
Kitaptaki yoğunluğu neyin yarattığını düşündüğümden, mozaik düzeninde oluşturulmuş bölümlerde, anlamların eklenişini araştırmayı önemsedim. Sabah bağlantıları, dede, anne ve baba bağlantıları vardı, Bengi’nin düşlerinin bağlantıları vardı. Türk toplumuna ilişkin öğelerin görkemli ezgilerini dinledim;
Kahvaltıda ekmek balığı yapmak söz gelimi. Sayfa 18’deki bir diyalog; “Hadi be yahu, kaynaya kaynaya kapkara oldu bu meret çay” Babaanne genç kız gibi seyirtir, basma entarisinin içinde ince kurumuş vücuduyla; “geldim geldim” der. Rüya yorumu yapılır. (s. 30) “Kıçın açık kalmış senin.” Gerçeklik duygusunu bizimle (okurla) konuşmanızla sağlamışsınız. Daha kitabın ilk cümlesinde bize dönerek “Onun adı Bengisu” diyorsunuz. “Ben bu Bengi’yi çok seviyorum,” diyorsunuz. Sayfa 13’te “Bengi’nin yaşamında önemli olan ya da onun yaşamını irdelemeye çalışırken öne çıkan…” diye açıklama getiriyorsunuz. Gerçekleri anlatma konusunda çok özenli olduğunu, herhangi bir kargaşa yaratmaktan özenle kaçındığını Sayfa 38’de “Bengi böyle bir toka kullanma,.”deyişinden anlarız. Romanı güzelleştiren yalın sözcükler yıldız gibi parlıyor; “ Ufantı”, “Tansık” “Aralık “ (evin koridor bölümü için kullanılıyor) Ayrıntıları bölerken daha küçük parçalar, daha küçüklerine ulaşıyorsunuz;
Sabah > kahvaltı > masa > yiyecekler> yağın üzerindeki reçel kalıntısı > çocuktaki etkisi > annedeki sıfır etki…
Şekilsel olarak metin; anlatıcı/yazarın anlattıkları, Bengi’nin belleği, Bengi’nin not defterleri, Bengi’nin kurgusal notları, Bengi’nin kurgusunda anne karakterinin anlattıkları, Dedenin anlattıkları ve belleği, eve gelen misafir kadınların anlatımlarından oluştuğunu saptadım.
Özgün deyimleriniz, sözcüklerinizin ayrı dizilişleri var. Metni hem etkili kılıyor hem kısaltıyor. “Yüreğin sevinçle şişmesi” , “Ben kendim için güzel balkonlar biriktiririm,” (s. 63) “Öyle ki bu ıslaklık, alnındaki yeni çıkan ince saçlara, yüzünü yıkamış da saçlarını sıvazlamış gibi bir görünüm vermişti.” (s. 71) “Oysa benim için bir balkondu Gülperi Nenem.” (s. 74) “Hava gamlanırken…” (s. 41) “Alacakavak gibi pırpırlanan çok hoş bir kadın tarafından kırk yıl büyük bir aşkla sevilmiş.” Sayfa 45’ deki tan vaktinin çocuk gözüyle tanımlanmasını “Gün kızamık çıkardığı zaman” iki biçimde okudum. 1) Küçük kızın hastalığını anımsatan saatler, 2) Gökyüzünün kızıl renklere bulanması. Ama söylemeden geçemeyeceğim, anne ve baba sözcüklerinin iyelik eki olmaksızın kullanılışı, müthiş derecede belirleyici, çarpıcı.
“Onun adı Bengisu.” Romanla ilk tanışma cümlesi. Tek satırda iyice algılansın diye tek başına bırakılmış cümle, Bengisu’ya ilişkin düşünmeyi öneriyor okuyan özneye.
Ölümsüzlük iksiri anlamına gelen eski söylenişi “ab-ı hayat suyu”. Böyle bir isim hemen ilgi çekiyor. Hatta yaşam direncine bakılırsa başkarakterin, pes etmeyişine ve algılayışlarındaki inceliklere bakılırsa, gerçekten apayrı bir su. Bizi onunla tanıştırmanızdan sonra “Sabahlardan bir sabah” bölümüyle Bengisu’nun yaşamına yavaşça girmemizi sağlıyorsunuz. Bu farklı bir sabahtır. Yıllardır yaşamlarında olmayan annelerinin tekrar aralarına döndükleri apayrı bir günün başlangıcı. Ama hem burada hem roman boyunca benimsenmemişlik, sevgi görmemenin işareti olarak bu kadından “anne” diye söz ediyorsunuz. Anne, iyelik eki kullanılmaksızın gezer romanda. Bir takım haklılıkları, kişiliği ve karakter olarak romanda / yaşamda kendince sağlam duruşu olmasına karşın çocukların gözünde yabancı biridir. “Evde konuk var!” diye tanımlanır 11. sayfada. Ünlem işaretli ve yabancılığın altı çizilircesine konuk sözcüğüyle işaretlenmiştir. Eve gelmiştir. (Dedenin ölümünden sonraki zaman dilimi.) Yeni bir başlangıcın tedirginliğinin evden, eşyalardan, yiyeceklerden dalga dalga yayıldığını duyumsarız. Şimdiki zamanı anlatıcı /yazardan dinleriz. Bazen de dili geçmiş zaman fiiliyle verilir.
Anne ve babanın nasıl tanıştıklarını, evlenme öykülerinin anlatıldığı sonrasında günlük yaşamlarından kararlarından veya kararsızlıklarından söz edilen bölümde aksaklıklar vardır. Buradaki “Da…” ile çok pratik, günlük yaşamda çok kullandığımız, bu yüzden fazlasıyla gerçeklik duygusu yaratan hayal edilenle yaşanan arasındaki açı farkına işaret edilir. Karışık fiil zamanlarıyla anlatım hareketliliği sağlanır. Ama en çarpıcı anlatım biçimi uykuya geçiş süreci bana göre. “Güzeeeeee. Uyku öyle bir iner ki, tanımlanması çok zor, gizemli bir geçiştir bu derinlerine, çok derinlere… “L” harfine erişmek olanaksızdır.” (s. 19)
Bu betimleme yükü çok yoğun, imgelemi okuyucunun dağarcığı boyutunda genişletmeye yatkın sözcük dizgeleri ‘balkonu, badanası, içinin düzeni’ çok güzel evde konuk olmaya benziyor. Ev sahibimiz yazarımız.
Anlatısal hareketlilik konusunda görkemli bir düzenleme söz konusu. Geriye bakışlarla (analeks) okuyucunun belleği sürekli tazelenirken var olan yapıya katkıda bulunacak genişlemelere yer veriyorsunuz. Okuma boyunca olayın nedeninin bir parçası ya da karakterin bir özelliğini keşfederiz. Sabırsız bir metin olmadığı için ileri sıçramalar (proleks) yapılmamış sanıyorum.
Metne ilişkin zamanın net verilmediğini, zamana ilişkin izlenimlerin yavaşça yaratıldığını söylemeliyim ki bu metni çok hoş,saydam kılmış bana göre. Söylenen zaman dingin ve acelesiz iken okuma zamanının hızlı olması yazarın gücü olsa gerek. Çünkü sakin bir sesle yapılan söyleşi öylesine akıp gidiyor ki daha sonra da yineleyeceğim gibi 67. sayfada “Aaaa tüh!” sesi çıkıyor farkında olmadan, ağzımdan. Ne zaman bu sayfaya gelmişim anlayamadım.
Okuyucu olarak benim metinlerde dikkat ettiğim bir başka konu da metne vuran ışıktır. Alacaceren’de hep sabah ışığı kalıyor akılda. Yaşamın ilk evresi çocukluğu çağrıştırıyor, günün ilk evresi, göz alıcı parlaklık, tüm hüzünlerin üstünde bir “vaat” olarak ışıyor. Metnin art alanının 70, 80 ve 90’lı yıllardaki Türkiye olduğunu farkında olmadan anlıyorsunuz. Bu annenin beklentileri ve isteklerinin gerçek yaşamla nasıl çeliştiğini verirken de algılanıyor, siyasi görüşlere ilişkin konuşmalarda çıkarımlardan da. Çocukların okudukları kitaplar… Asıl metnin sonunda okuyucuyla doğrudan konuşurken, art alanı elinizin tek hareketiyle biçimlendiriyorsunuz. Aynı zamanda mekânı da belirleyiveriyorsunuz bir çırpıda.
Kitaptan ayrılırken…
“Bir Sabah Daha” bölümünde, Sf.64’ te irkildim, birden kitabın kalanı dikkatimi çekti. 67. sayfadayım ve 76 da bitiyordu. “Aaaa tüh!” Nasıl ayrılacağım şimdi kitaptan? Böylesine bir sarmalanmışlık duygusuyla okuyorum Alacaceren’i. Kısa ve damıtık olması mıdır onu bu denli güçlü kılan?
Öykünün devamında okuyucuyu özgür bırakmak istiyor görünseniz de metnin sonunda Türkiye’nin 2000’ li yıllardaki bungunluğuna işaret edip bu ortamın içinde devamı yazmaya istenç duymadığınızı belirtmişsiniz. (Bu sizsiniz değil mi anlatıcı yazar değil, doğrudan siz…) sonuç trajik öyle mi?
75. sayfada “Ben burada bırakıyorum,” derken yazar/anlatıcı, içimin burkulduğunu itiraf etmeliyim. Olay örgüsü yüzünden değil hayır. Bu karşılıklı söyleşi, zaman zaman roman kahramanlarının da koltuklarda oturduğu, kahvaltı yaptığı, balkondan aşağı baktığı bu Alacaceren evinden gitmek istemiyorum. Yazarım bir söz veriyor. “Bir gün belki, akşamları yazmaya başlayarak sürdürebilirim…”**
***
Bekledik, sevgili Nezim, ama kara kanatlı koca kuşun da beklediğini hesaba katmadık. Sözcüklerle ne zaman her haşır neşir olsam “bir ceylan su içmeye iner” gönlümde sizi anarım, biliyor musunuz?
Sonsuz saygılarım, sonsuz sevgilerimle, özlemle…
* “Ne Böyle Sevdalar Gördüm Ne Böyle Ayrılıklar”, İlhan Berk
** Bu metin Serap Gökalp’ten Nezihe Meriç’e yazılmış 22.6.2008 tarihli mektuptan alınmıştır.
Serap Gökalp – edebiyathaber.net (25 Ekim 2013)