Hayvanların insanlardan daha üstün bir canlı türü olduğunu sanırım yirmili yaşlarımda fark etmiştim. Hayvanlar üzerindeki gözlemlerim sonucu değil, insanın vahşetinin ve şiddetinin sınırının olmadığını fark ettiğim zaman. Ne zaman “daha ne kadar korkunç olabiliriz ki!” desem, daha ve daha ve daha korkunç şeyleri yapmayı başaran bir türe ait olduğumuza defalarca tanık oldum, maalesef…
Türkçeye çevrilmiş iki romanı bulunan Jonathan Safran Foer’in Hayvan Yemek isimli kitabını okuduğumda vahşetimiz konusundaki örneklere yenileri eklendi. Evet, daha da korkunç olabiliyormuşuz.
Hayvan Yemek, aslında bir edebiyatçı olan Foer’in, yeni baba olduğu dönemde çocuğuna karşı duyduğu sorumluluktan yola çıkıp, soframıza gelen etin ne tür bir yolculuk geçirdiğini anlatmayı hedeflemiş bir çalışma. Kitabın hazırlık süreci yaklaşık üç yıl sürmüş. Bu süreçte Foer, yüzlerce kaynak kitaptan yararlanmış, zaman zaman süreci bizzat deneyimlemek üzere et üretim tesislerine kimi zaman izinli kimi zaman kaçak olarak girmiş ve et endüstrisi çalışanları ile söyleşiler gerçekleştirmiş. Öyle ki; kitap içerisinde yer alan her bir söylemin, istatistiğin, inanması güç gerçeklerin kaynağını belirtmek üzere kitabın sonunda 548 adet referans notu yer alıyor.
Bir vejetaryen olan Foer, kitabın bir vejetaryenlik davası olmadığını, hayvan yemek kavramının tüm detayları ile sorgulanmasını amaçladığını belirtiyor. Kitabın genel kapsamı Amerika’daki et endüstrisi üzerine odaklanıyor ve bu alandaki çalışmaların sonuçlarını içeriyor. Tabii anlatılanlar Amerika’ya özel değil, Amerika için dünya önemli bir pazar olduğu gibi, et endüstrisi ülkemizde ve dünyanın her yerinde benzer süreçleri yaşıyor. “Hayvan yemek” derken, sadece Amerika için, hacmi yıllık 140 milyar doları aşan bir endüstriden ve bu endüstrinin ekosistem ve iklim üzerinde yarattığı tahribattan söz ediyoruz. Dolayısıyla et endüstrisinin öne çıkan şirketleri Amerika üzerinde öyle etkililer ki, daha çok kazanç için politikadan medyaya pek çok alan üzerinde isteklerini uygulatma gücüne sahipler, onlara karşı koymak neredeyse imkânsız. Bu firmaların kârı, ne kadar çok sayıda hayvan satabilmelerine bağlı. Tüketici üzerinde her türlü medyayı kullanarak yaptıkları manipülasyonlarla et ve hayvansal ürün tüketimi, dolayısıyla üretimi ve satışı sürekli artıyor. Ancak daha çok para kazanma uğruna olan sadece hayvanlara oluyor sanmayın, bu endüstrinin doğaya verdiği büyük tahribatın yanı sıra et ve hayvansal ürünlerde yer alan ve üretim için olmazsa olmaz kimyasallar ve antibiyotikler nedeni ile uzun vadede olayın olumsuz sonuçlarından etkilenecek olanlar bizleriz.
Foer dikkatimizi şu soruya çekiyor: Neden karşımıza çıkan her haber ya da bilgi et ve hayvansal ürün yemenin faydaları üzerine iken, yediğimiz sınai etin üretilmesi için milyonlarca hayvanın korkunç acılara maruz kaldığı, telef edildiği ve sağlığımıza uygun olmayan biçimde yetiştirildiği konusunda haberlere neredeyse hiç rastlamıyoruz? Yediğimiz tavuğun ya da balığın soframıza gelmeden önce besinine ne kadar ve hangi antibiyotiklerin, kimyasalların katıldığını hangimiz biliyor? Foer, kitap boyunca aktardığı, okuyucuyu dehşete düşüren bilgiler ve gerçeklerin insanların et yemesini engellemek için olmadığı üzerinde ısrarla duruyor. Tüketici olarak eğer yediğimiz şeylere dikkat eder, bilinçli tercihlerle örneğin geleneksel yöntemlerle yetiştirilen, kesilen hayvanlardan üretilen etleri satın alırsak, sınai üretim et alacak bile olsak hayvanlara eziyet etmeden, acı vermeden, katliam yapmadan üretim yapan firmaların ürünlerini tercih edersek bu konuda önemli bir adım atılabileceğini düşünüyor. Kitabın ortaya çıkış nedeninin de zaten bu olduğunu söylüyor. Diyor ki; “Şiddetten uzak bir yaşam seçme şansımız yok zaten.”
Ben, insanın insana ettiğini hiçbir hayvan bir başka canlıya yapmadığı, insanın şu güzelim dünyayı yaşanmaz hale getirmek için nasıl da bu kadar çabaladığı düşüncesinden hareketle hayvanları bizden üstün görüyordum. Ancak kitabı okuyunca gördüm ki zaten bizden üstünler. Balıkların neredeyse 20 km mesafedeki seslere tepki verdiğini biliyor muydunuz? İlişkileri uzun süreli ve tek eşli olan denizatlarının çiftleşmeden sonra yavrularını erkek denizatı taşırmış. İnsanların eline düşen bu canlıların pek çok türü şu an nesli tükenme tehlikesi yaşıyor. Tavukların yaşam süresi bir zamanlar 15-20 yılmış, yıllarca mutlu mutlu gezinirlermiş. DNA’ları yok edilen günümüz tavuklarının onlara yaşama şansı versek bile artık bir yıldan fazla yaşama şansları yok. Yani istesek de o tavukları üretemeyiz artık. Şimdi altı haftalıkken kesilmek zorundalar. Dişi olmayan yumurta tavukları ise hemen imha ediliyormuş. Sadece ABD’de bu nedenle imha edilen civciv sayısı yıllık 250 milyon! Tüm bunların yanı sıra çok ciddi bir sorunumuz var: tavuk diye yediğimiz şeye artık tavuk demek ne kadar doğru emin değilim. Çünkü o tavuğun leziz biçimde soframıza gelebilmesi için zavallıya yedirilen antibiyotik ve kimyasallar ile kesildikten sonra maruz kaldığı kimyasallar nedeni ile tabağımdaki şeye tavuk demek bana pek mantıklı gelmedi.
Tarihte bilinen ve tüm dünyayı etkileyen üç büyük salgının kaynağının kuş kökenli olduğunu, bilim adamlarının gelecekte tüm dünyayı etkileyecek yeni bir salgın beklediklerini ve bu salgının yine kuş kaynaklı olacağını öğrenmek kitapta yine dehşete düştüğüm bölümlerden biriydi. Sonra düşündüm de ne bekliyorum ki, doğa öcünü elbette alacak!
Kitapta edebiyatçıların vejetaryenliğine de değiniliyor. Örneğin Kafka’nın katı bir vejetaryen olduğunu biliyor muydunuz? Kafka vejetaryen olduktan sonra karşısına çıkan bir akvaryumdaki balıklara bakıp şöyle demiş: “Nihayet huzur içinde bakabilirim size, artık sizi yemiyorum.”
Kitabı okurken dehşete düşmeyip de memnun olabildiğim tek konu kitap boyunca Temple Grandin ve onun bu konudaki çalışmaları ile karşılaşmak oldu. Temple Grandin ABD’deki tüm çiftlik hayvanları tesislerinin üçte birinin tasarımını yapmış olağanüstü yetenekli bir hayvan bilimci. Tasarımlarının temelini çiftlikte yaşayan hayvanların mutlu ve sağlıklı bir ömür geçirmesi, kesim için mezbahaya gittiğinde de hiç acı ve stres çekmeden kesimin yapılabilmesi oluşturuyor. Bu müthiş kadını bence daha da sıra dışı yapan ise otistik olması. Colorado Devlet Üniversitesi’nde profesör olan Grandin’in, kendi hayatını kaleme aldığı ve ağırlıklı olarak otizmin ne demek olduğunu anlattığı kitabı Resimlerle Düşünmek’i yıllar önce okumuş, ayrıca kitaptan yola çıkarak çekilmiş filmini izlemiştim. Hayvan Yemek’te gördüğüm kadarı ile Grandin’in bu alanda onlarca kitabı, makalesi olduğu gibi, hayvanların onlara uygun koşullarda yaşamlarını sürdürmesi için çiftlikleri sürekli denetleyen kişilerden biri. Onun çalışmaları sayesinde son on yıl içinde sınai çiftliklerde olumlu yönde birçok gelişme olmuş.
Gördüğünüz gibi size keyifle okuyacağınız bir kitap önermiyorum. Hatta bu kitabı ruhunuz ve yüreğinizin sağlamlığına güveniyorsanız okuyun derim. Merak etmeyin kitabı okuyunca vejetaryen olmuyorsunuz. Ben yaklaşık üç yıldır benzer kitaplar ve yazılar okuyorum, henüz vejetaryen olmadım, olamadım. Keşke bir kitapla olacak kadar kolay olabilseydi. Ama bu kitabı okuduktan sonra insan olmaktan bir kez daha utanacağınızdan ve vicdan konusunda ciddi sıkıntılar duyacağınızdan emin olabilirsiniz.
Asıl önemli olan ise şu; bizden gizlenen gerçekleri bilerek yemek tercihlerimiz konusunda daha bilinçli olmamızı sağlayabileceği için, bilinçli tüketicilerin ise et ve hayvansal gıda endüstrisinin kendine çeki düzen vermesini sağlayabileceğine inanarak, sırf bunun için bu kitabın okunmasını öneriyorum. İsmi Doğa Koruma ve Milli Parklar Müdürlüğü olan bir kuruluşun daha yenilerde “av turizmi” adı altında hangi hayvanı kaça öldürebileceğinize dair ihale açtığı bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik listede nesli tükenmekte olan hayvanlar da var. Varın ülkemizdeki et ve hayvansal gıda sanayisinde neler olduğunu siz düşünün.
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (4 Mayıs 2015)