Neden yazıyorsunuz?
Doğrusu “çokgenli” bir soru.
Size yöneltilen bu. Sizin kendinize yönelttiğiniz ise: Neden/niçin yazıyorum?
Şimdi burada kestirmeden bir yanıt vererek; “başka bir şey yapamadığım için yazıyorum,” diyecek değilim. Üstelik, “başka şeyler” yapabilecekken yazmayı seçtiğime göre; bunun “neden”/”niçin”lerini anlatmalıyım size.
Yazmak, bir iletişim kurma biçimi. Bunun yadsınacak, abartılacak bir yanı yok. Bu anlamda yazmanın öğrenilebilirliği, öğretilebilirliğini söylemek isterim. Buna kurmaca da dahil.
Yazmak, bir seçimdir.
Tıpkı bir işi/mesleği seçmek, orada bilgilenmek, yoğunlaşıp öğrenmek gibi.
Ve kendini sürekli geliştirmek.
Yazma yönelimi bizi “seçim” yapmaya doğru adım adım çekerken; işte o noktada ne yazacağımız ve bunu da nasıl yazacağımız belirir.
Bunu asıl belirleyen de; yazma öğretimiyle gelen “ne anlatmak” istediğimizin magmasını bulmak/yakalamaktır.
Bunu ileride “nasıl yaşıyorsak öyle yazıyoruz” diye de anlatabileceğim sanırım! Ama oraya daha çok var.
Alice Miller, “Hayat Yolları” kitabının “giriş” yazısına şöyle başlar:“Niyeöykü biçimini seçtim? Bu, önceden planladığım bir şey değildi, kediliğinden, belki de gerçek bir iletişim biçimine eskiden beri duyduğum özlemin sonucu olarak ortaya çıktı. Başlangıçta yapmayı düşündüğüm şey, basit karşılaşmaları betimlemekti.”
İşte her şeyin bir başlama noktası olduğu gibi; yazmak/yazabilmek, anlatabilmek için de vazgeçilmez dediğim şey karşılaşma/lar/dır.
Bu bakış/bilinç bizi her şeye taşır. Çünkü bakarak değil, görerek yazıyoruz. Yazmak aynı zamanda bir görmek eylemidir.
Sizi karşılaşmalara çeken, onları gördüren ayma ânlarımızda bu bilinçten doğar.
Biri herhangi bir şeye bakar, geçip gider, siz durur oânı, karşılaşma ânınıderinlikli anlamlar katarak görmeye/anlamaya çalışırsınız. Bu okurken de böyledir, yazarken, yaşarken de…
Yazan insanda dil bilinci kadar yer/zaman/mekân aidiyeti/duygusu gerekir. Dahası herbir yazarın bir coğrafyası vardır.
James Joyce “Dublinliler”i yazmasaydım “Ulysess”i yazamazdım demişti sanırım!
Ve o yerden/coğrafyadan uzaklaşarak başka karşılaşmaları yaşayıp, anlatacağı yeri özleyerek yazmıştı.
Demekki dünyanın neresinde olursanız olun; yazdığınız yer değil, yazınızda anlattığınız yer önemli.
Infante. Cortazar… Daha ötesi Ivan Bunin… Sürgünlüğü/nü seçen bir çok yazarda bunu görmemiz olası! Bu da gene anlatacaklarımızın bir ucu, kıyısı.
Yani yazmanın neden/niçini yazarına göre değişkenlik gösterse de; değişmeyen tek şey vardır: Onu var eden coğrafyadan yola çıkarak insana varmak, onu anlatmak.
Yazarak yakaladığımız zaman, anlatıcı olarak bizim zamanımızdır. Orada düş/düşünce ve tasarlanmış bilinç/bakış vardır çünkü.
Bir yazarın yazısının özgünlüğünü de az-çok belirleyendir bu.
Evet, düşleriniz olmadan yazamazsınız. Gitmeden, karşılaşmaları yaşamadan da bu eylemi gerçekleştiremezsiniz.
Görüp ettiklerinizi, duyup işittiklerinizi oturup hemen yazabilirsiniz; ama yazdıklarınız bir katibin yazdıkları kadardır.
Her şeye şaşırarak bakabilirsiniz. Ama unutmayın ki; görmeyi ıskaladığınızda, o baktığınız sizde hiçbir iz bırakmaz.
Yazının, yazmanın büyüsü dediğimiz o imgelem, yaratıcı mitos olmadan ne yazarsanız yazın herhangi birinin yazıp edebileceği bir şeydir. Yazılan düzdür, sıradandır, sığdır. Çoğu şeyin özetleyerek, açıklayarak geçersiniz. Sizden yazdığınızda hiçbir şey yoktur.
Sizi niçin yazıyorum sorusuna götüren de aslında bu düşünüş/bakıştır. Bunun katmanlarına uzanıp yazıdaki ömrümüzü, ömrümüzdeki yazıyı anlatmaya başlayabiliriz.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (18 Eylül 2018)