Nedim Gürsel’i bir anlatıcı olarak nasıl tanımlayıp/nereye oturtmak gerekir?
Sanırım bu sorunun yanıtı onun yazdıklarındadır daha çok.
Öyle ki; tek bir soruyu bize sordurmadığı gibi, bir tek türde de yazmamıştır Gürsel.
Öyküden yola çıkmış, denemeler. Edebiyat incelemeleri, romanlar, gezi yazıları kaleme almıştır.
Tüm bu birikimi onun yazın insanı kimliğini iyice anlattığı gibi, “ulusaşırı yazar” olma halini de göstermektedir.
Gürsel, daha genç yaşında yurtdışına, Fransa’ya gittiği ve 40 yılı aşkın süredir iki ülke arasında, bir tür gel-gitli yaşadığı; iki dilde üstelik yaşayıp yazdığı için onu “göçebe yazar” tanımıyla da karşılayabiliriz.
Göçebelik…
Bir bakıma isteğe ve zorunluluklara bağlı gitmektir. Dönüş yolu her ân açık, ama göçülen yerle de çok barışık olmama hali…
Evet, bir sürgünlük durumu değildir. Ama, bence, göçebe biraz da sürgünün kardeşidir.
Kuşkusuz sürgünlük deneyimi ile göçebelik deneyimi aynı değildir. Gene de kökeninde gitmek/kopuş/ayrılma/dönüşsüzlük vardır.
Bir tür savrulma, ulusaşırı düşme, yersiz yurtsuzlaşma hali…
Özellikle de bir yazarın iki durumdan birini yaşaması onun yaratıcılığını etkiler.
Bunu kestirmeden söylersem; yaratıcı yazar, gitmese, yurdunda kalsaydı aynı şeyleri yaz(a)mazdı, aynı algıda/duyarlıkta/ruh halinde ol(a)mazdı.
Demek ki sürgünlük ve göçebelik deneyimi yazara yeni kapılar açar.
Bunu olumlamalı mı?
Her iki durumu yaşayan yazar bir bakıma bununla beslenir, iyi şeyler yaratıp ortaya koyabilir. James Joyce ile Cortazar’ın gönüllü sürgünlükleri onların iç sürgünlük deneyimini de ortaya çıkarmıştır elbette.
Kafka ise benlik sürgünündedir hep. Bir kadından diğerine dönerken, evden dışa/dıştan eve; baba’dan oğul’a da o sürgünlüğün sanrısını yaşar hep. Ve bunlarla da besler anlatısını. Felice de, Milena da onun sürgünlüklerinin, ruh göçünün birer idolüne dönüşür sonuçta anlatılarında.
Milan Kundera, sürgünlüğünde yalnızca ülkesini değil dilini de terk etti.
İsmail Kadare, sürgün de olsa Arnavutçadan vazgeçmedi.
Nedim Gürsel, göçebeliğinde öykü ve romanlarını Türkçe yazdı. Düşünsel yazılarında Fransızcaya döndü. İki dilli, iki ülkeli bir yazar.
Yazarın neyi/nasıl yaşadığıyla ilintilidir yaratıcılığı elbette. Ama diliyle ilişkisi, var olduğu kültürel/insani/toplumsal ortam tamamen belirleyicidir.
Yazar; dil, elimde bir dolmakalem gibidir, her yerde aynı biçimde yazar ederim diyemez. Onun imgelemini/algısını/duyarlılığını etkileyen biçimleyen daha çok yaşadığı zaman/yer/ortam ve insani ilişkileridir. Yazısı oradan ağıp gelir. Bu anlamda yazmanın/dilin genetik kotları yoktur. Olsa olsa yerle/ortamla ilişkilendirebiliriz.
Yaşamdan beslenen yazı…
Bu, yazarın önünde dün de en temel sorunsal olarak duruyordu; bugün de. Yaşadığını yazmak, yazdığını yaşamak ikilemi bir zamanlar edebiyatımızda tartışma konusu olmuş, iyi kötü Gürsel de bu konuda yazmıştı. Öyle ki, “yazarak yaşamak” onun için daha albenili, benimsenir bir kavram olarak düşüncesinde yer ediyordu.
Gene de Gürsel, her dem, yazınsallığı gözeterek yazmayı öncelemiştir.
Doğrusu, Gürsel’in “Tehlikeli Sevişmeler” öykü kitabını okumadan kendisiyle yapılan söyleşiye göz atarken, orada dile getirdiği düşüncelerini sorgulayıp tartışmaya açık buldum.
Söyleşinin amaç/yöntemindense, Gürsel’in ne dediği daha önemliydi bence.
Her ne kadar bir yazarın, üstelik, kendini kanıtlamış birinin yapıtı üzerine bu kadar çok açıklama getirmesini, kendini öne almasını çok da olumlayamacağım gibi; ulusaşırı/göçebe bir yazar konumunu iyiden iyiye benimseyen Gürsel’in kendisini “Türk edebiyatında dış kapının mandalı mıyım?” diye sorgulatmasını çok da doğru bulmadım.
Neden mi?
Çünkü, bugün, Türk edebiyatında “iç mandal” olan bir yazar yok ki!
“Ne yalan söyleyeyim, son yıllarda, sanki biraz görmezden geliniyorum,” diyor Gürsel, şunu da ekliyor:
“Ben Türk edebiyatının bir parçası olabilir miyim? Olabildim mi? Olduysam neresindeyim? Dış kapının mandalı mıyım? Buna tabii okurlar karar verir. Ama ben, içinde hep daha iyisini yapabilirim duygusuyla yaşayan ve çalışan biriyim.”
Gürsel’in bu iki yanına az çok tanık biriyim.
Ulusaşırı yaşadığına, göçebeliğine, hatta içsürgünlüğüne öyle sığınıp yakınan biri olduğunu da düşünmem.
Bu “ilgi”isteği doğal.
Göz ardı edilme, neredeyse, günümüzün çoğu “iyi yazar”ı için söz konusu.
Bir yazarın geleceğini, edebiyattaki yerini bugünün okurunun belirlediği savına hiç mi hiç katılmam. Bu, ancak, okuru/nu “velinimeti” görenler içindir.
Gürsel, iyi kötü, kendi okurunu yaratmış, edebiyatımızda kabul görmüş, kendine bir yer açmış yazardır. Yazdıklarının gücü bu geleceği belirleyecektir.
“Tehlikeli Sevişmeler”e gelince; kitapta yer alan yirmi öyküyü aşk/sevgi/erotik aşk/tutku/arzu/kopuş öyküleri olarak nitelendirebiliriz. Neredeyse her birinde bir burukluk, kopuş, olamama/olduramama durumu vardır.
Kadınla erkeğin varoluşundaki gerçek’in bin bir yüzüdür aslında anlatılan. Gürsel, bunu, hayatın birçok yerinden/zamanından, tutkulu bakış ve yaşanmışlıklardan esinlenerek öyküleştiriyor.
Burada yakaladığı duyarlılığı önemsiyorum. Bir de kurduğu/geliştirdiği dili…
Yaşanan ve hatırlanan zamanın tutkuyla örülmüş anlatısını sunuyor bize. Öyküde başladığı yere dönmese de, ana izleklerini saydamlaştırarak anlatıyor bu kez.
Dilde kıvraklık, yalınlık, geliştirdiği söylem öyküsüne derinlik/yoğunluk katıyor.
Aşkta, erotizmde, arzuyla taşılan ânlardaki “tehlike”li yolculukları anlatarak insana dönük içten bakışın anlatısını kuruyor.
Aslında Gürsel, burada, yer yer göçebe bir anlatıcı izleri taşısa da öyküsüne; o bir kadından başka bir kadına, dahası aşktan aşka sürgünlükleri anlatıyor… Tutunamamayı, olamamayı, olduramama hallerini. Aşk, tüm bunlar için bir bahanedir.
Bir bedenden diğerine ruh göçünü, sürgünlüğü; birine, bir yere ait olamamayı anlatır. Öne çıkan “erotizm” izleği ise, yeni bir dil yaratmak, imgelem zenginliğini anlatısına taşımak yerine eylemsellik olarak var olur öykülerinde. Gürsel, burada gene mekân duygusuna ağırlık verir. Öyküsünün kişileri bir yere, bir mekâna dönerek/giderek ya da oradan koparak yaşadıklarının izlerini taşırlar öykülere.
Kaybedenlerin öyküsüdür çoğunlukla da anlattığı. Her biri bu zamanın içinden geçerek gelir karşımıza. Ezgin, buruk, tutunamayan erkekle kadının öyküsü. Ama başat anlatıcı erkektir. Çünkü biz onun bakışı/gözü/deneyiminden öykülerin dünyasına açılırız.
Gürsel’de anlatı rahatlığı vardır. Ama yorgun bir bakı/duruş, tutuluş öykülere sinmiştir. Üstelik yaşadığını yazmak/tanıklığını taşımak gibi bir duruş/bakışla beslese de anlatısını, karşımıza tutkusunu yitirmiş bir anlatıcı çıkarır “Tehlikeli Sevişmeler”de Gürsel. Anlatı/yaşam yorgunluğu… İki yerde yaşamanın gösterdiklerini gene de öykülerine ustaca aktarır. Anlatıcının bu yanına kimsenin itirazı olamaz. Getirdiği söylem, kurduğu anlatı, taşıdığı gerçeklik duygusu önemlidir. Bu bakımdan, Gürsel’de erkeğin kadına (eş/anne/sevgili/çocuk) bakışında temellenen bir şey var; göç/sürgün… Kahramanının her yolculuğunda yaşadığı/hissettiği/gördüğü, hatta savrularak sanrılara düştüğü yerde bununla olamama/olduramama halleri vardır. Her bir öyküsünün söylediklerinde gözlediğimiz; mutlu aşk yoktur, ama erotik aşk her zaman/her yerde vardır. Kadın da, erkek de bununla örselenerek yaşasalar da, “tehlikeli sevişmeler” her zaman olacaktır. Giderek aşksız, sevgisiz bir dünyanın varlığını daha çok hissettirdiğini de burada söylemeliyim Gürsel için…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (22 Eylül 2015)