Keyifli bir şekilde oturmuşuz, sevdiklerimiz yanımızda. Güzel bir evimiz, arabamız, işimiz, eşimiz, çocuklarımız vs. İnsanı mutlu kılabilecek ne varsa hepsine sahibiz. Dışarıda pırıl pırıl bir hava. Kuşlar cıvıldıyor, çocuklar oynuyor… Birden bir patlama sesi. Sonra bir daha, bir daha ve bir daha. Sesler giderek yaklaşıyor. Atılan bombaların içinde olduğumuz binaya isabet etmemesi büyük şans. Sonu gelmiyor da bu seslerin. Oysa çok güzel, yaşanılası bir hayat vardı elimizde. Yaşadığımız (her nereyse) cennet vatan bir anda cehenneme dönüyor. Korku dağları aşıyor ve sadece yaşayabilmek adına sahip olduğumuz ne varsa bırakıp çıkıyoruz. Adını, dilini, kültürünü hiç bilmediğimiz bir başka ülkeye. Hem de gecenin en karanlığında… Diyerek uzatabilirim bu hikâyeyi. Kime faydası olur bu uzatmanın bilemem fakat bu kadarının bile durup düşünmek için yeterli olduğunu düşünüyorum.
Can Çocuk tarafından yayımlanan “Nefes Almadan” adlı kitap üzerine yeniden düşündüm bunları. Açıkçası yanı başımızdaki Suriye’de yaşananların başladığı günden bu yana düşünüyorum. Kitapta yer alan şu satırları da bire bir örnek olarak veriyorum çevremdekilere. “Adil salonun arka tarafında oturuyor. O Suriye’den Hollanda’ya geldi. Ailesi bunu istediği veya hoşlarına gittiği için değil. Tatil istedikleri için de değil, evleri bombardımanda yıkıldığı için geldiler. (…) Hiç düşünebiliyor musunuz? Birazdan eve gittiğinizde evinizin, içinde olan her şeyle birlikte yok olduğunu.
Gerard van Gemert, pandeminin başlamasıyla biraz daha geride kalan dokunaklı bir kitap yazmış. John Boyne gibi yüreğimizi dağlayarak anlatmamış ama. Yalın bir şekilde ortaya koymuş sorunu. Hikâyelerde boyutlar arası geçiş yaparak kimisi için mutlu bir anın bir başkası için neden korku anlamına geldiğini anlatıyor.
Kahramanımız Adil, çocuk olamadan büyüyen bir karakter. Annesinin ölümüyle babasının en büyük destekçisi. Yaşam, ne kadar acımasız davranabilirse o denli acımasız davranıyor ona. Öte yandan çocukların o masum dünyalarına da tanık oluyoruz. Joey ve arkadaşları sahada maç yaparken, tanımadıkları bir çocuğun (Adil’in) kenarda oturmuş onları izlediğini görüyorlar. Maçlarına davet ediyorlar, tanışıyorlar. Onun sığınmacı merkezinde yaşadığını öğreniyorlar. Tam da bu anlarda şartlar ne denli kötü olursa olsun çocuk ruhum hep aynı şekilde davrandığını, davranmak istediğini görüyoruz.
Adil’in boynuna yaşamın acımasızlığı asılmış bir kere. Joey onun yetenekli olduğunu anladığında takıma kazandırmak istese de ailesini ve arkadaşlarını ikna etmesi kolay olmayacaktır. Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, insani değerlere sahip olmayanların da benzer şekilde davrandıklarını okuyoruz. Demek ki; medeniyet falan bir yere kadar!
“Nefes Almadan” çocuk edebiyatında daha çok değinilmesi gerektiğini düşündüğüm mülteciler konusunu ele almış. Irkçılık, daha iyi bir yaşam umudu, empati… Ya da en kısa tanımıyla insan olabilmek.
Mark Janssen’in renk tonlarını özellikle seçtiğini belli ettiği çizimleri için ayrı bir sayfa açmak gerekir. Konunun ağırlığını iliklerimize dek hissettiriyor. Kitabı dilimize çeviren de Lale Şimşek Çalışkan.
Kitabın ardından düşündüğümse şu oldu: mesele insan olabilmekte, insan kalabilmekte!
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (12 Temmuz 2021)