Günümüzde neoliberalizmi kavramada sadece ekonomik veriler yetersiz kalmaktadır. Neoliberalleşme denen süreç toplumun bütün veçhelerine sızmış, sosyal-kültürel alanda da hakimiyet kurarak insan davranışını büyük ölçüde etkilemiştir. Öyle ki bir “arzu politikası” yaratmış ve özellikle neoliberal şirketler çalışanlarının arzusunu kendi lehlerine büyük oranda etkileme gücüne ulaşmışlardır. İnsanların seçimlerini sanki kendi özgür eylemleriymiş gibi algılamalarını sağlayıp esasen onları kendi çizdikleri arzu alanlarına hapseden bir örgütlenme yaratılmıştır. Arjun Appadurai’nin tabiriyle “küreselleşmenin gizli çeyizi” olan neoliberalizm, Kuzey Atlantik’in iki kıyısında Reagon ve Thatcher önderliğinde geliştirilip uygulandı; serbest piyasa ekonomisinin yayılması, küresel şirketlerin etkinliğinin artması ve hükümetler üstü IMF – Dünya Bankası gibi kurumların devreye girmesi özellikle 1990 sonrası uygulanmaya başlanmıştır.
David Harvey’e göre neoliberalleşme kısaca her şeyin finanslaşması demektir. Bu da toplumsal hayatın bütün veçhelerine nüfuz eden ve insanların düşünüş-eyleyiş yapılarını değiştiren bir süreç demektir. Harvey’in sorduğu şu sorular konumuz bağlamında önemlidir:
Nasıl oluyor da toplumsal olarak çoğunluğun iktisadi ve siyasi çıkarları ile çelişen neoliberal projeler, özellikle İngiltere ve Amerika gibi demokratik rejimler altında hayata geçirilebiliyor? Çoğunluk nasıl oluyor da bu projelere ve bu projeleri hayata geçiren siyasi iktidarlara rızasını veriyor?
Burada klasik Marksist Ekonomi Politiğin açıklamakta yetersiz kaldığı yeni bir yabancılaşma formu ile karşı karşıyayız. Neoliberalleşme esasen yayıldığı alanlarda bir arzu üretim merkezi gibi çalışmaktadır.
John Gledhill’in belirttiği gibi neoliberalizm; kapitalizmin toplumsal yaşamın üretilmesini toptan ele geçirmek için derinleştiği, insan ilişkilerini, kimlik ve kişilik oluşumunun en mahrem yönlerini metalaştırmaya çalıştığı bir anın ideolojisidir.
Ulus devletin yetki aşınmasına uğraması, siyasetle ilgili geleneksel/alışıldık tanımları yetersiz kılmakta ve ortaya yeni bir tanım gereksinmesi çıkmaktadır. Aristoteles’ten günümüze kadar siyasetin tanımını yapan kuramcılar, iktidar ilişkileri ile çıkar dağıtımı ya da bölüşüm arasındaki belirleyici ilişkiyi temel almışlardır. Eğer, küresel yeniden yapılanma süreci içinde ulusal devletin, mali sermayenin ulusal sınırları aşan özgür hareketi üzerinde denetimi marjinalleşmiş ve bölüşüm esas olarak pazar mekanizmasına bırakılmış ise, siyasetin anlamının yeniden tanımlanması gerekmektedir. Çünkü siyaset ya da iktidar ilişkileri, Lasswell’in ünlü tanımıyla “kimin, neyi, ne kadar ve nasıl aldığını belirleyen bir süreç” olmaktan çıkmıştır. Bundan da önemlisi küreselleşme karar odaklarının ulusal sınırların dışına çıkması, ulusal sınırlar dışında verilen kararların ciddi bir nicelikte artması anlamına gelmektedir. Bir başka anlatımla, ortak kararlar ulusal sınırların, ulusal siyasal mekanizmaların dışında alınırken, temsil ulusal kalmayı sürdürmektedir. Böylelikle artık temsil edenlerle temsil edilenler arasındaki simetri ortadan kalkmaktadır. Bu gelişme karşısında, rıza, temsil mekanizmasının işlerliği, çoğunluğun iktidar olup karar verme yetkisine sahip olması türünden demokrasi kuramının olmazsa olmaz koşul sayılan öğeleri tartışmalı konuma düşmektedir. (Şaylan, 2002: 303)
Bütün bu süreç göz önüne alındığında Wacquant’in tabiriyle “neoliberal doksa” toplumsal hayatın bütün veçhelerine sızmış bulunmaktadır.
Laurent Bove de insanların köleliğe düzen kaygısıyla kaydıklarını, ama tam da bu düzenin Arzu’ya karşı bir düzen olduğu için köleleştiklerini belirtir. Aslolan Düzen’le Arzu arasındaki uyumun gerçekleştiği bir yaşantı oluşturmaktır.
Spinoza da bu konuda şu eklemeyi yapmaktadır:
“Monarşik yönetimin en büyük sırrı ve tüm çıkarı, insanları aldatmakta ve onları dizginlenmesi gereken korkuya din maskesi takmakta yatar. Onlar böylece, sanki kurtuluşları için savaşıyormuşçasına, köleleşmek için savaşırlar. Tek bir adam kibirlenebilsin diye kanlarını ve canlarını vermeyi bir utanç değil de, en büyük onur sayarlar. Ama, tersine, özgür bir devlette, bundan daha uğursuz bir şey ne hayal edilebilir, ne de denenebilir.” (Spinoza, 2010: 45)
Buradaki alıntı bize, Etienne de La Boetie’nin “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” kitabını anımsatmaktadır. La Boetie de insanların kulluğu reddetmek şöyle dursun, onu gönüllü bir şekilde yerine getirdikleri üzerinde durmuştur. Burada bir arzu politikası söz konusudur. Arzu’nun efendi – arzuya göre şekillendirilmesi söz konusudur. Neoliberalizm arzuyu şekillendiren yeni bir formasyon olarak ortaya çıkmaktadır.
Günümüzde yaşanan olaylara baktığımızda bu mesele özgürlük üzerine halen bizlere dersler vermektedirler. Evet, sorun sadece teolojik değil, sadece politik de değil, sorun gerçekten de teolojik-politik bir meseleye bürünmüş halde. Hatta günümüz Türkiyesi’nde sorun, teolojik-politik kavgaya bürünmüş ekonomik çıkar savaşları şeklinde cerayan etmektedir. Bu noktada bir parantez açıp, Frederic Lordon’a da değinmek gerekiyor. Frederic Lordon da günümüz neoliberalizminin insanı büründürdüğü hali, “duygusal kölelik” olarak tanımlamaktadır. Arzuları, efendinin (patron, üniversite hocası, eş…) arzusuna göre şekillendirilmiş “duygusal otomatlar”dan oluşan toplum gerçekliği… Lordon şöyle belirtmektedir “Şayet sömürü diye bir şey varsa, ekonomik değer teorisinden ziyade, siyasal bir esir alma teorisinin alanına girer. (…) Artık-değer ekonomisinden esir alma siyasetine geçebilmek için, esir alınan şeyin mahiyetini tam olarak belirlemek gerekir” (Lordon, 2013: 150-151) Lordon, ücretli emek meselesini duygular aracılığı ile yeniden ele almaya girişir: “Şayet tahakkümün ilk anlamı, bir failin kendi arzu nesnesine ulaşmak için başka bir faili aracı olarak kullanma ihtiyacıysa, o zaman ücretli emek ilişkisinin bir tahakküm ilişkisi olduğu aşikardır. (Lordon, 2013: 32) Lordon’a göre “efendi-arzu, çalışanların etkime gücünü esir alır” Bu zinciri kırmak oldukça zor, çünkü toplum suç ortaklarından oluşturulmuştur. En zayıf halka kesilip atılır, toplumdan sürgün edilir, kapatılır.
Lordon, ele aldığı çalışma “Kapitalizm, Arzu ve Kölelik” ile, günümüz kapitalizmini anlamada Spinozacı duygu antropolojisi ve Marksist siyasal iktisadı göz önüne alarak bir okuma denemesi ortaya koyuyor. David Harvey’in betimlemesiyle “yaratıcı yok ediş” vasfına sahip olan neoliberalizmi daha iyi anlamak ve onun yarattığı “müphemlik”te yolumuzu bulabilmek için “duygusal kölelik” kavramsal alet çantamızda önemli bir noktada bulunmaktadır. Bir “arzu makinası” gibi işleyen neoliberalizmi çözümlemek için mikro süreçlere odaklanmak, insanlar arasında arzu üretim ilişkilerine odaklanmak gerekmektedir. Ancak bu çözümlemeden sonra kendimize ait özgürlük alanları yaratabiliriz.
Kaynakça
-Şaylan, Gencay (2002), Post-modernizm, 2. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.
-Lordon, Frederic, Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, 2013, Metis Yayınevi, İstanbul.
–Spinoza, Teolojik Politik İnceleme, 2008, Dost Kitabevi.
edebiyathaber.net (8 Mart 2023)