Nermi Uygur 100 Yaşında ya da bir ‘felsefeci-yazar’ı ararken/anarken… | Tan Doğan

Ocak 30, 2025

Nermi Uygur 100 Yaşında ya da bir ‘felsefeci-yazar’ı ararken/anarken… | Tan Doğan

҃ yazmak kanamaktır

– beşibiryerde ya da bir yazma serüveni denemesi –

hocamdı.

hem “felsefe yapmak”ta yetkindi hem yazmakta.

su gibi akardı her dersi. ‘dil’i tertemizdi.. arı. ve incelikliydi her zaman,  her dillemesi her davranışıyla, herkese;

– bir kez olsun bir kaba sözüne ya da tavrına denk düşmedim.

bilgiliydi.. bilgisini aktarırken usta. ilgiliydi, ilgili-ilgisiz her öğrenciye.

yazar gibi konuşurdu.. kitap gibi. ‘deneme‘ denince, handiyse ilk usa gelendi(r).

zevk iyesi, keyif insanıydı.. bilirim. bir çift anı yeterlidir sanırım burda: üç-beş arkadaş ve hocam bir gün beyazıt’tan vefa’ya boza içmek için yürümüş, tarçınlı, leblebili tat damağımızda geçecekken dönüşe, bir su bardağı boyutlu bozdan bir bardak daha içmek isteyince hocamız, “hocam! sizde şeker vardı hani? dokunmasın” deyince bir öğrencisi, hoca, “zevkle, keyifle yapılan hiçbir şey insana dokunmaz” deyip,

söyleşe-içe ikinci bozayı da mideye indirmişti, üstelik de sıvarken dibini çay kaşığıyla!

bir de bir gün (bir zamanlar ‘etap marmara otel’in bitişiğinde konuşlanan istanbul kitap fuarı) tüyap‘ta,

 ҃  ҃ felsefenin çağrısı adlı kitabını imzalarken bana, onca derste, onca söyleşide söylemediğini oracıkta,

dar zamanda, birden bire deyivermişti: “sizin diliniz güzel, kaleminiz pek iyi; hep yazın.”

uyup uygur’un sözüne, bir de böyle yazdıydım: yazmak kanamaktır

‘ yazar ’,  neden yazar ?

sorular… sorular… sorular…

 ‘Yazar’ kimdir/nedir? Herkes yazar olabilir mi? Yazarlık bir iş/meslek midir? Ayrıcalıklı insan mıdır yazar, seçilmiş insan mı?… Doğuştanlıkla ilintili/ilişkili midir? Yetisi, yaşama atılmadan/fırlatılmadan mı (önsel/apriori) belirlenir?  Üst-insan, yarı yalvaçya da yarı Tanrı mıdır yoksa?… İn midir-cin midir? Nerede yaşar; ne yer-ne içer? Onun da annesi-babası; eş dost, akrabası; toprağı, ulusu var mıdır? Okullara gider, matematik, fizik, kimyadan zayıf alır, bütünlemeye ya da sınıfta kalır mı? Bilyelerini yutturur, bisikletinin zincirini attırır, top oynarken düşüp dizlerini kanatır mı? Âşık olur, sevişir; güler, ağlar ve ayrılır mı? Yolda yürür, otobüse biner, vapuru kaçırır mı? Dövüşür, barışır, yalnızlaşır mı? Başı-dişi ağarır; üşütür, aksırır ve sayrılanır; saçları dökülür, elleri ayakları titrer ve yaşlanır mı?  Doğar, yaşar ve ölür mü o da her dirim denli? Yoksa, ölümsüz müdür, Tanrı örneği?…

tarihsel süreç ya da özyaşamöyküseli

(Yazı yazanların, yazdıklarını sananların, yazar öykünmesi olanların; ahbap-çavuş ilişkisiyle bir yerlere getirilenlerin, siyasanın borazancıbaşılığını yapanların, zoraki yeteneklilerin değil) yazarların değerlendirilmesi yapıldığında, geçmişleri (ya da özyaşam öyküselleri)yok sayılamaz: Doğdukları çağ, içinde bulundukları ülke, aile yapıları; akrabalık bağları, ilk çocukluk yılları, çevre koşulları; eğitimi-öğretimi, tutumsal (ekonomik) konumu, yaşam görüşü; gençlik dönemi, okuma serüveni, üretim/yaratım etkinlikleri; evlilik yaşamı, çocuk-baba ya da anne iletişimi; çalıştığı iş(ler), yolculukları, arkadaş-dostları; eylemleri, dışa açıkkapanık oluşu; gizleri; anıları, acıları, ayrılıkları; dahası kaldığı otel(ler), yediği lokantal(ar), içtiği kafe-bar(lar); tinsel (ruhsal), cinsel, dinsel, düşüngüsel (ideolojik) seçim((ler)i benzeri olgular incelenir/irdelenir. Eşdeyişle, salt ürünleriyle değil, tarihsel süreç bağlamında, yaşamlarıyla da değerlendirilir yazarlar…

düşüngü

Salt ürünleri ya da özyaşamöyküselleri de yetmez yazarların değerlendirilmesinde. İnsan üzerine tanımlamaları yapılırken, aynı zamanda bir siyasal (politicus) varlık olduğu betimlemesine yer verilir. Yazarsa, siyasal varlık olmasının üzerinde, bir de düşüngüsel (ideolojik) yan taşır. Yaşama, insana, doğaya, evrene bakışıdır yazdıklarındaki açık-seçik ya da gizil yan/tavır. Bu tavır, biçimsellikle kendini göstermekten çok, biçemsellikte belirginleşir. Ürünlerini sarmalayan dil, insansal, yaşamsal, toplumsal ve evrensel söylem, anlatısını belirleyen izlek, bir biçimde düşünüsünden, eşdeyişle yaşam felsefesinden bağımsız değildir. Yaşama baktığı pencerenin görüngesi (perspektifi) ya da sığlığı/sınırlılığıyla düşüngüsü arasındaki ilişki, düşüngüsüyle doğrudan ilintilidir ki, bu da, ürününde kendini göstermezlik yapamaz. Yazar duruşu denen tavır, tüm yazarları kapsayan, hepsinde ortak olan ya da yazarlıkla anlamdaşlık sağlayan bir duruş değil,yazarın düşüngüsüne bağımlı olan bir tutum, bir tavır alıştır. Bunda çağdaşlık, ilericilik, gelişmişlik ya da devrimcilik söz konusu olacağı denli, karşıtı da geçerlidir: Çağ dışılık,  gericilik, yozluk ya da tutuculuk/gericilik… Yazar, bir siyasacı ya da siyaset bilimci denli bir düşüngünün savunuculuğunu sürdürmese de, düşüngüsünün rengi, kokusu, tadı; hiç değilse yansısı/izi, ürününe ister istemez (bilinçli ya da bilinçdışı) yansır. Başka deyişle (düşüngüler düşün imbiğinden süzüldüğünde ve ayırdına varıldığında), bir yazar ya devrimcidir ya da tutucu/gerici; arası olmaz, olsa da, arada kalana yazar denmez…

devekuşu

Çoğun arada kalanların ya da rengi, kokusu, tadı belirsiz olan yazarların çağında yaşadığımız da yadsınamaz bir gerçek. Çıkarın, konumun ‘yazı’nın önüne geçtiği, dahası (ürün satın almak değil), (ruhların) tinlerin alınıp satıldığı bir yüzyılda, yazar kişiliği, tavrı, duruşu ya da onuru/erdemi üzerine susmak olası değil. Ne var ki, aydının(?!) dilini yuttuğu, fildişi kulelere gizlendiği ya da siyasal düzenin (dirsek dokunumunda) borazancıbaşılığına soyunduğu; çıkarı gereğince bir deve-bir kuş görünümüne büründüğü bir ortamda, yazarın, as’lolan üründür/yazıdır  diyememe aymazlığının ve yüreksizliğinin kalemini sarmaladığı, insanı ve yaşamı savunma olgusunun ötesinde, gününü gün  ettiği bir zaman diliminde, yazar ve yazarın işlevinden çok, ne acı ki, anamalcı düşüngünün tutsaklarından söz açmak kaçınılmaz.  

anamalcılık ve yazar

 Küreselleşmenin, Yeni Yeryuvar (Dünya) Düzeninin hiç de yeni olmadığını ürünlerinde anlatacak, toplumu bilinçlendirecek, daha insanca bir yaşamı sözcük sözcük, tümce tümce, betik betik dokuyacak olan yazarın, sömürü düzenine araç olmasını, dahası, toplumu uyutmasını anlamak güç değil. Bunda iki ana etmen belirleyici: Çıkar ve korkaklık. Bir tüyüne bile dokunulmasını göze alamayandan yazar olur mu? Yayılımcılıkla açlığı, savaşı, sömürüyü yayıp, insanları/toplumları köleleştiren, başkaldıranları yokluğa sürükleyen ve yeryuvar erkliğine soyunan bir düşüngüde, pembe dizi yazarlığını iş edinen değil yalvaçım, Tanrı’yım dese, kim inanır? Canı çok değerli olup, yıldırılan, acıtılan ve kıyılan canlara kör, sağır, dilsiz kalan, ağzıyla kuş tutsa, ne yazar? Yazar olmanın bedelini kıyınçla, sürgünle, kurşuna dizilmeyle; ipe çekilmeyle, giyotine vurulmayla, yakılmayla…; öldürülmeyle ödeyenlerin yanında, dilini yutan ya da düzeni savunan kimin yazarıdır? Eşdeyişle, benini aşamayan, çıkarına tutsaklanan, korkaklığa gizlenen birinden/bir şeyden insan olmazken, yazar, hiç mi hiç olmaz.

tanrı değil, -belki- örnek insan

Yazarı yalvaç (peygamber) ya da Tanrı kılmak ne denli usdışıysa, salt yazmak için yazan biri olarak görmek de, o denli usdışıdır. Yazarlık, ben (ego) doyum üssü/mesleği değildir: Kafasına ya da tinine estiğince kalem oynatamaz yazar; aşağılık duygusunu yazılarında, korkaklığını ve dayatmacılığını okurda gideremez. İnsana, topluma, yaşama; doğaya, yeryuvara ve evrene karşı olan sorumluluğundan kaçamaz. Yazmanın ayırdından ve bilincinden sıyrılamaz. Bilgi, deneyim, duygu; düş, düşün, düşüngü birikimini paylaşmamazlık edemez. Mutlu insanlık ülküsünden (idealinden), güzel günler/yarınlar  özleminden geri dönemez. Aydın kimliğini hiçleyemez, işlevi yadsıyamaz, itici güçlüğünü yoksayamaz… Ne olursa olsun, yazar, kalemini satmaz.

neden?

 ‘Yazar’, bunun için yazar: Sömürü düzenini bitirmek, yayılımcılığı yok etmek, insanın insana dayatmasını kaldırmak; emeği ekmeğe dönüştürmek, dikenleri gül bahçesi kılmak, karanlığı aydınlatmak; ezinci, kıyıncı, acıyı kazımak; açlığı, yokluğu, yoksulluğu sonlandırmak; savaşsız, silahsız bir yeryuvar yaratmak; güzel bir evren kurmak;  insanı insanla kucaklaştırırken, doğa-insan-yaşam birlikteliğini sağlamak… Ve anamalcılığı, ve yer yuvar erkliğini/jandarmalığını, ve kuzeyliler-güneyliler/varsıllar-yoksullar bölücülüğünü ortadan kaldırmak, insan, insanın kurdudur sözünü silip, insan insanın dostudur düşünü/düşününü yaşama geçirmek umuduyla, direnciyle, emeğiyle; usuyla, yüreğiyle, sevgisiyle ve güzel insanlık/güzel bir yeryuvar için yazar; çıkar için, konum için, para için; kendi için, birileri(!) için ve de yazmak için yazmak için değil…

*

‘yazma’nın bedeli

doğumumum 100. yılında (1925- 2005)

sevgili hocam nermi uygur’a…

“Nedir ‘yazma’ ?” Bir eylemdir. Bir savaşım ‘kendi’siyle kişinin; ‘kendi olma’ çabası bağlamınca önce. Sonra, ‘başkaları’yla, topluluk(lar)la, toplumla. Derken öteki toplumlarla ya da uluslarla. Ve de -belki- uluslararası savaşım eylemi…

“Kimdir yazan, dahası, ‘yazar’ ?”  ‘Derdi olan insan’dır yazan. ‘Yazar’sa, derdini içselleştiren-dışsallaştıran bireydir. Bunu, sorumluluğunca haykıran ve de paylaşan yazarsa, bir de ‘aydın’dır artık…

“Derdi kimle(rle)/ne(ler) ile” ?: Kendiyle, toplumla, siyasayla; düşle, düşünle, düşüngüyle, düşüklüyle; doğayla, insanla, yeryuvarla ve de evrenle… Dinle(rle), Tanrı’yla, yalvaçlarla… Yazınla, sanatla, felsefeyle… Bir kelebeğin kanadındaki rengin en uçuk tonuyla… Afrika’da her gün ölüme bırakılan binlerce bebeğin açlığıyla… Anamalcılıkla, dayatmacılıkla, sömürücülükle… Derdi, -zaman ve uzamda- her tür dertle…

“Yazmasa, ya da, her tür derdi  ‘dert edinme’se ne olur ?”  Hiçbir şey olmaz, ne var ki, yazar da olmaz.

“Ya yazmasa ne olur yazar ?…” Soluk alır: Hiç kimse istememesine karşın yazmasını, kendi boğazını sıkmaktan kurtulur. Sonra, gününü gün eder, yer-içer-gezer ya da sömürülenlere katılır o da; sürüm sürüm sürünerek ölür gider…

“Peki, ‘insanı ve yaşamı savunmak’ adına yazma eylemini özgür istenciyle -ya da, boğazını kimse sıkmayarak- yerine getirirken ve de ‘kelle koltukta’ savaşımını sürdürürken, onu savunan ne/kim(ler) olacak ?” Hiçbir kimse: Ne öteki yazarlar, ne düşünürler, ne sanatçılar; ne din adamları, ne siyasacılar, ne bilgisizler-ne aydınlar ve ne de halk. Bu saptama (Descartesçe) açık-seçik.

“Öyleyse, delinin ta kendisi yazar…”  Doğru bu bağlamda, ne var ki, bir o denli de ussal: İnsanlığın, yeryuvarın, evrenin ortak usu denli… Deliliği, yürekliğinden…

“Herkes yazar olabilir mi ?”  Okulları, atölyeleri, eğitim-öğretim ortamları var (mış!) Bir de ‘bir bilenlerce’, ‘mahşerin atlılarınca’, ‘yayınevleri yönetmenlerince’, ‘ekin erklerince’ yazar kılınabiliyormuş ‘birileri !…’

“Geriye kalan, ‘Tanrısallık’ değil de ne ?” Öyle gizemsel, Tanrısal ya da yazgısal bir konum değil yazarlık. Doğuştanlıkla, yaratılışla, kalıtsallıkla ilintilendirmek/ilişkilendirmek olası: O kadar. Oysa, salt bir yeti işi değil ve olamaz: İçinde bilgi, sevgi, ekin; irdeleyim, birikim, deneyim; eleştirellik, sorgusallık, araştırıcılık; kaygı,  duyarlılık ve dert edinme benzeri olguları barındırır: Zor yürektir, ve zor us. Geceli gündüzlü emek-ter-nasır demektir üstelik. Bilgelik, dervişlik/ermişlik; çocukluk, yarı-tanrısallık, yarı-yalvaçlık ve dediğin denli delilik ve de ussallık… İçi dışındalık, dışı içindelik: İçli-dışlılık ve baştan ayağa acı…

“Özezer/mazoşist midir öyleyse yazar ?” Acı çekmesi, ‘insanı ve yaşamı dert etme’sinden; sorumluluk duygusundan ve de ‘ödev’inden: Bir anlamda, her şeye karşı ‘kendi kendini’ görevli eylemesinden… Ve tüm eylemlerini, ‘ödev törebilimi/etiği/ahlakı’ doğrultusunda yaşama geçirme uğraşından/savaşımından…

“Ya ‘yazma’nın bedeli ?…”  Hepsi bu.

**

tüm yazılarımı yazmalıyım

Tüm yazılarımı yazmalıyım: Unuttuğum hiçbir şey kalmamalı. Unutacağım az zaman sonra: Usum karışacak, yüreğim sıkışacak, soluğum daralacak… Söylemediğim sözüm, anlatmadığım öyküm, yazmadığım şiirim kalmamalı. Yaşam üzre, aşk içre, acı diye diye kanamalıyım iyice: Çilemi çekmeyen bir hücrem bile, bir hücrem bile… Milyarlarca milyarlarca sinirim dağlanmalı beynime giden yolculuklarınca tüm bedenimde. Kılcallarım kılcallarım cehennemim olmalı tenimde. Ve tinimde, tüm şeytanlar, tüm cinler ve periler cirit atmalı. Tanrılar Tanrısı ve yalvaçlar ve söylenceler ve destanlar ve düşler, düşünler, düşüngüler, düşülküler sarıp sarmalamalı neyim varsa-yoksa…   …ve yazmalıyım varımı-yoğumu kuşkusuz-korkusuzca, sondan bir önceki an’ıma değin.

Tüm yazılarımı yazmalıyım: Siyasal, toplumsal, tutumbilimsel; ekinsel, sanatsal, eğitimbilimsel; doğrusal, geriye-dönüşsel, sıçramasal; masalsal, şiirsel, romansal… Yalan ve gerçek, yanlış ve doğru, çirkin ve güzel, kötü ve iyi diye diye her şeyi, her şeyi haykırmalıyım suskumca. Kuskumca akmalıyım içime bilimsel, felsefesel, doğasal… gece-gündüz demeden, zaman-uzam bilmeden, yol-yöntem izlemeden.

Tüm yazılarımı yazmalıyım: Oğlum, ‘babam bunu yazmayı unutmuş’, öğrencilerim, ‘hoca bizi atlatmış’, dostlarım, ‘tilki bizi uyutmuş’ dememeli çayhanelerde, meyhanelerde, kerhanelerde; sinemalarda, tiyatrolarda, kitapçılarda; evlerde, sokaklarda, yollarda… ya da, gözyaşlarına boğulduklarında, kahkahalara büründüklerinde, çırılçıplak soyunduklarında dememeli hiçbir düşünür, şair, yazar,  ‘bu adamın bizi kazmamış…’, ‘bu adamın bize yazmamış…’

Tüm yazılarımı yazmalıyım: Tüm yazılarımı yazdığıma, Tanrı’dan önce tanığım olmalı tüm politikacılarVe hırlar-hırsızlar çalıp durmalı ne kadar tümcem, sözcüğüm, dizem ve harfim varsa, tümünü güpegündüz… Katiller yazıma kıymalı canımdan önce. Çingeneler bayram yapmalı ben gidince… Bir de, kan kırmızı kırmızı güller açmalı, baş ve im parmağımın yangın yerinde.

Tüm yazılarımı yazmalıyım: Ali, Mürsel, Hayri; çocukluğumun gizemli arkadaşları, gençliğimin umutlu yarınları; ağlamalarım, ayrılıklarım, kanatan acılarım; anam-babam, ağam; yaşanmamışlıklarım, ölgünlüklerim ve yüreğimin on ikisinden hiç çıkmayan ölümüm… Ali, Mürsel, Hayri; Fuat, İrfan, Kudret; Şevşenko, Celo, Ercü; Nihan, Ercan, Semih; Meliha, Şako, Nalan;  martılar, susamlar, mavi/ler; yanık havam, kara toprağım, acı suyum… he hey, he hey, heeeyyy! Ali, Mürsel, Hayri… Ali, Mürsel, Hayri… Ali, Mürsel, Hayri… 

Hadi Hayırlısı…

***

bir yazarın sonu

(Bu yazıyı, bir yazın yazısı -edebiyat metni- değil de, bir iç-döküş olarak yazmayı amaçlıyorum. Yine de kesinlik/saltıklık söz konusu olamayabilir. Çünkü, çocukluğumdan bu yana yaza-okuya bir yaşam sürdüm ve yaşamımın hemen her evresinde yazmak eylemi vardı. Ayrıca, 1984 yılından şimdiye dek, sanat-yazın-düşün dergilerinde şiir, deneme, öykü, eleştiri-inceleme yazılarım yayınlandı –17 ocak 2025 tarihine dek, yurtiçinde ve dışında yüzden fazla dergide, gazetede ve yayın organında/sitesinde yüzlerce  şiirim ve yazım yazım yayınlanmış: Bu da benim ‘amortim…’- Bu açıklamayı neden yaptığım açık-seçik anlaşılmalı: Yazınsal kaygıdan tümden sıyrılmamın güç olduğunu duyumsuyorum da ondan… Yine de, olabildiğince ‘düz bir anlatı’yla ‘sonum’u dilleyeceğim.)

‘Yazar yalnız insandır.’ Bunu erken anladım, ne var ki yaşama geçiremedim /uygulayamadım. Eşdeyişle, yazarın ailesi, akrabaları, vatanı, bayrağı yoktur: O, yeryuvar çocuğudur. Bir ya da birkaç (ya da bir öbeğin/topluluğun) değil, ‘insanlığın sorumluluğu’nu üstlenir. Bu yapısında, bir ‘doğuştanlık’ (önsel/apriori bağlam) söz konusu mu (tanrıbilimselliğe dayanır konum), bilmek güç. Görünen o ki, sonradan değil, doğuştan izler var yazarın yapısında/kalıtında (evrimle insan soyu için ne denli geçerliyse, soy-içi evrilmenin sonucu olarak da, yazarın önselliği söz konusu olabilir: Bu bir sav/tez: o kadar.) Özce, yarın dokusuna bir başka dokuyu eklemleme, yazarı önce ölgün kılmayla, ardından da öldürmeyle eşdeğer. Bir başkasıyla bütünleşemez, saltık/mutlak birliktelikte bir yaşam süremez, kendini bir kişiye adayamaz ve onun sorumluluklarınca biricik yaşamına tutu/ipotek koyamaz. ‘Yalnız kişi’dir o: Bir başına ve tüm ‘insanlık’ ülküsüyle/idealiyle…

Bu şu demek değil: Yazar, bir ikinci kişiyi sevemez, yüreğinin-teninin-soluğunun sıcaklığını onunla paylaşamaz… O, salt us değil, duygu insanıdır da; us ve duygu ağır işçisi. Ne var ki, bir ikinci kişinin sonsuza dek süremeyecek sevgisi  -‘aşk’ (gerçek ya da yapay/yalan diye adlandırmaya gerek yok), düş bile değildir- , yazarı sığlaştırır, gerer, kısırlaştırır er-geç. Kendisine bile dayanma güçlüğü çeken yazarın, bir başka kişinin dayatmasına, sorumluluğuna, kapılgısına/kaprisine dayanması olası değildir. Yoksa bu, kendini öldürme/canına kıymadan başka bir şey değildir.

Yazar, üreten insandır. Hem gebe, hem ebedir: Göbek bağını da kendi elleriyle keser üstelik kan-ter içinde, çığlıklanarak ya da, içine susarak… Bir ikinci kişinin (bu, bir başka yazar olsa da) bunu anlama olasılığı yoktur: Her yazar, kendi yazgısını yazar-yaşar ve ölür. Önemli olan bu sacayağını kurup, uygulamaktır. Bir başka değişle, yazarın Tanrısı da-şeytanı da, yeryuvarı da-evreni de, cehennemi de-cenneti de kendisidir. Ne zaman ki bir ikinci kişinin varlığı yaşamını kuşatmaya başlar, işte o an yazar ölür; bedeni yaşasa da. Ya da, ‘saltık yalnızlık’ bitti mi, yazar da biter, yazı da…

Bu bağlamda yanlış anlaşılmamalı: Yazar bencil değil, ‘benci’dir: Üretim için kendinden sıyrılması ya da, bir başkasını içselleştirmesi söz konusu değildir, Bu olgu, yazarın toplumsal, insansal, evrensel bir yapıya iye olmasındandır. Bir başka deyişle, yazar, bir insanı değil, her insanı içselleştiren, insanlığı (dahası, evreni) sarmalama uğraşını veren bir dirimdir.

İmdi, (sözü uzatmadan) sonumun neden geldiğine gelince… Yazma eylemimle, eşdeyişle, yaza-yaşaya bir yaşamı sürme uğraşımla, aile olma (olamama) uğraşımın örtüşmemesi, sonumu getirdi. Hiçbir dirim, yavrusunu yok sayamaz. Bir yavruya/ çocuğa ‘insanca bir duygu’yla iye olan biri olarak, sorumluluk duygusundan sıyrılamadığım için, sonumun geldiğini düşünüyorum. (En azından, Freud babadan ve de yaşanmışlıklardan) biliyorum ki, aile bütünlüğünden yoksun hiçbir çocuk yaşamda mutlu olamıyor ya da, bir yanı ‘eksik’ kalıyor (Bunun genel-geçer olup-olmadığını herkes araştırmalı: İlk çocukluk, çocukluk, bilinçaltı, içe kapanıklık, gerginlik, yalnızlık duygusu, saldırganlık, hiçlik, toplum dışılık, mutsuzluk, tinsel sayrılık benzeri olgular irdelenmeli…)

Denebilir ki, ‘özveri’, bir başka öz için yok sayılmalı mı? En az, çocuk ve çocukluk dönemi için ‘evet.’ Sonrasının da nice sıkıntılı dönemlere gebeliği yadsınamaz bir gerçek. Denebilir ki yine, ilk ve son çocuk olmayacak seninki ‘aile bütünlüğü’nden yoksun. Evet, ne var ki ‘doğru’ değil. Başkaca yaşamlarla örtüşmek ya da, onları örneklemek her zaman söz konusu olamaz. Yanlış yanlışla doğrulanamaz; çünkü böylesi bir konum, bir mantıksal çıkarımla eş anlamlılığı taşımaz. Duygu, salt yazar için değil, (çokça ve gerçekte) çocuk için geçerlidir. Onun, olguları tam anlamıyla tasarlama; doğru-yanlış, iyi-kötü, gerçek-düş, güzel-çirkin benzeri kavramların ayırdına varma; sevgi-öfke (tiksinme/nefret) kavramlarını algılama ve de ‘yaşamın -acı- gerçekleri’ni anlamlandırma süreci için ‘ussal ve duygusal olgunluk’ dönemi söz konusu olmadığından, ‘derin yaralanma’sı, yakın gelecekte de ‘tinsel sayrılanma’sı olası. Bunun içindir ‘özveri…’

Özveriyle yaşayan yazar -kesin yazamaz -, yaşar mı? Ya da, yaşamı özveriyle süren yazar, ne kadar ‘yazar’dır? İnsan ya yazardır, ya değil: Azı-çoğu olmaz bunun. Özverinin -bir kişi ya da öbek için- olduğu yerde de, yazar olunmaz: (Anımsamalı: Çünkü yazarın işlevi ya da, özverisi, salt ‘insanlık-evrensellik adına’ydı…) Bir kişiye yönelik özveri -bu bir çocuk ya da, karşı cins olsa da-, yazarın özünün zaman içinde (ve de ivedilikle) tükenmesi demektir. Eşdeğişle, ‘sonu…’

Bu düşün ve duyguları taşıyorum (daha doğrusu, ‘taşıyamıyorum…) Karşıtlıklar, çelişkiler, gerginlikler (mani- depresiv); kişilik parçalanması, erinçsizlik, mutsuzluk; (kalabalık) yalnızlık, anlamsızlık, çıkışsızlık ve hiçlik. Duygu yükü ağır ve acılı. Bu salt bir yazarın da değil üstelik; bir insanın sonu…

Sonuç: Ya us-tin sayrılığı ya ölgünlük ya da ölüm. Değil yazması, sağlıklı düşünüp davranması, (hiç kimseyle değil) kendinle bile barışık olması, özce, yaşaması güç bile değildir bu bağlamda ‘yazar-insan’ın. Hiçbir tinsel (-denense de- davranışbilimsel ya da,  psikolojik) yardım (sağaltım ya da em/ilaç) bile ‘kurtaramaz’ artık onu. Diyelim ki bir tansıklık/mucize oldu ve kurtuldu: ‘O’, eski o olamayacağı için hiçbir zaman, kaldığı/yarım bıraktığı yerden (yaza-yaşaya bir soluğu sürmeye)  yazmaya ve yaşamaya koyulamaz. ‘Engelli’dir artık: Yaşama, yazma, algılama, uslamlama, duyma ve sevme engelli…

Bundan sonrası mı: Varsa, Tanrı korusun onu… (Ya da ivedi, şeytan alsın canını…)

* ‘kendine hayrı olmayan’ adam -yine de- soruyor:  

                                                                                  – size nasıl yardımcı olabilirim?

****

ü r p e r t i

Ne saat, telefon; ne karga, bülbül; ne çan, ne ezan… bir kızıl yaprak düşüşünün sesidir beni her mevsim, her sabah uyandıran ve ılık bir ürperti-titreyiş: Kırk yıldan fazla, bu böyle.

Sabah simitinin sıcak buharı, gazeteci çocuğun tiz sesi; ilk araba, ilk ayak sesi değil; o ürperti yok mu; işte o, her günümün katili…

Bir şişin yüreğimi delişi gibi sıcak , bir ıslığın kulak zarımı yırtışı gibi derin, bir sonbahar yaprağının yıllarımı  yakışı gibi kızıl mı kızıl o ürperti yok mu,; gelecek günümün katili…

Yıllanmış tırnaklarıyla dizlerine cansız düşen başımı son zamanlarında bile  kaşıyan ninemin, son soluğunda  göğüsleri kızıl güllerle bezenirken bile dudaklarındaki gülücükten bir çift beyaz laleyi düşürmeyen teyzemin, bir gün birden aramızdan bir melek gibi gökyüzüne kanatlanan ve o at kuyruklu saçlarında her gün bir başka kelebeği  uçuran sınıf arkadaşım Yasemin’in   yüreğime kazıdığı o ürperti yok mu; dünümün katili…

O ürpertidir gelir bulur beni, en neşeli olduğum sıra dışı bir anımda onlarca canın arasında; o ürpertidir gelir bulur beni, en yalnız olduğum çağın on ikisinde; o ürpertidir gelir bulur beni; çocuklarla top oynarken, sevişirken, dostumla rakı şişesinde balık olurken; dünya işleriyle boğulurken,  dalgaların sesiyle buluşurken,  evden çıkarken-eve dönerken; söverken bir arsıza herkesin içinde, öperken bir bebeği yanacığından beşiğinde, döverken bir devi masalımsı rüyamda; ekmek yerken, su içerken, yürürken… gelir bulur beni o ürperti en kalabalık, en ıssız zamanımda; ansızın ve korkusuz; birden.

Bir gün bir kayığa binmiştim Kalamış’tan. Maviliğin bağrına doğru asılmıştım küreklere. Yaz güneşi kavuruyordu tenimi-tinimi, günümü, gençliğimi… Asıl ha asılıyordum, asılıyordum küreklere, bir küçümen yürekle.  Ne Moda Burnu görünüyordu ardımda artık, ne Prens Adaları ve ne Marmara, ne Ege, ne Akdeniz… Bir Albatros çıkmasa karşıma, uçsuz bucaksız okyanusları geçtiğimi de anlamayacaktım üstelik. Asıl ha asılıyordum küreklere; dalgalar, yosunlar, balıklar eğiliyordu, bir dervişin karşısında eğilir gibi önümde önce, sonra kayboluyorlardı mavinin gizeminde. Ellerim nasırlandı ve bulutlara doğru yükselmeye başladığında kayık ve ben ve günüm ve gençliğim, nasırlarım patladı: Kanatlı canlılar-cansızlar karşıma dikildikçe, küreklere asıldım. Cinler, periler, melekler kondukça kayığımın rüzgarına, küreklere asıldım. Suçlayınca Tanrı’ya Şeytan beni, küreklere asıldım. Karşısına çağırınca beni Tanrı, küreklere asıldım. Tüm yıldızlar, tüm gezegenler, tüm tanrılar, şeytanlar, cennetler ve cehennemler ardımda kaldıkça, asıl ha asıldım küreklere. Ne kürek çekmemi gerektiren bir yaşam kalmıştı önümde, ne ölmemi gerektiren bir yaşım. Yine de, nedense, asılıyordum durmadan, yorulmadan küreklere. Avuçlarımın suyunu içiyor, tenimin tuzunu yalıyor ve asılıyordum… Derken bir gül tozu değdi dudağıma, ürperdim. Kalamış’taydım yeniden ve karşıma dikilmişti aşk.

Bir gün bir arabaya binmiştim.. bir gün bir uçağa, bir başka gün bir trene, bir gün yayan, bir gün at sırtında, bir gün toprağa uzanık…Evde bir gün; çalışma odasında,  ya da yatakta..tatilde bir gün; havuz başında ya da kan kırmızı şarabın tadında.. sokakta bir gün; bir manavın karşısında, portakalların, elmaların, kirazların, vişnelerin…suyunda.. rüyada bir gün, bir gün düşte, düşüncede… Ne zaman, nerde geleceği belli olmaz, bulur beni; kan-ter içinde, soluk soluğa, yangın yeri misali o ürperti: Yüz yıllar öncesine- sonrasına götürür…        

**

 ҃ yazmak kanamaktır, 02.02.2007, istanbul.

҃  ҃ Nermi Uygur, Felsefenin Çağrısı, Remzi Kitapevi, birinci basım: 1984, İstanbul.

edebiyathaber.net (30 Ocak 2025)

Yorum yapın