Neslihan Altun’un Anmadan Olmaz Düğün Çiçekleri adlı şiir kitabı geçtiğimiz günlerde Klaros Yayınları tarafından yayımlandı. Yazarla son kitabı ve yazarlık tecrübesi üzerine konuştuk.
Söyleşi: Ayfer Karakaş
A.K ; Kitabın kapağında bir “ustura” imgesi karşılıyor bizi. Çağrışımsal olarak düşünürsek kesmek, son vermek, sertlik… Bu ustura neleri kesip atıyor?
N.A; Ben fazlalıklardan çok kolay kurtulabilen biri değilim. Ruhum istifçiliğe epey yatkındır. Alıştığım şeylerle alıştığım gibi yaşarım. Alıştığım iyi şeylerle ve alıştığım kötü şeylerle… Bu kulağa her ne kadar düzenli bir yaşantıymış gibi gelse de şiirimin aksine hayatıma bir karışıklık hakim. Alıştığım, neyi nerede bulacağımı bildiğim bir karışıklık olsa da yorucu, kurtulmak istediğim bir karışıklık. Ustura şimdilik sadece fazlalıkları kesip atsa yeter.
Tabii kapağa bütün bunları düşünüp “kırmızı bir ustura olsun” diyerek karar vermedim. Kitap kapağı tasarlanırken başka birçok seçenek gönderildi, ben de yukarıda saydığım ve hayatımda gerçekleştirmeyi umduğum ve muhtemelen asla gerçekleştiremeyeceğim “fazlalıkları atma” hedefimle ustura seçeneğini yakın bularak, “Usturalısı olsun ve de lütfen kırmızı yapalım, biraz da sağa çekelim hocam.” dedim. Hayatımdaki karışıklığın aksine şiirimde gözettiğim sadelik prensibine uygun bir simge. Hayatım için de bir temenni.
AK ; Öncelikle şunu da söylemek isterim. Kitabı okuduğumda anlaşılması zor olmayan, imgeleri yerli yerinde, gerektiği kadar lirik, gerektiği kadar realist şiirlerle karşılaştım. Kitabın ismine atıfla, düğün çiçeği ile neyi imlediniz ve tüm düğün çiçeklerine dokunabildiniz mi?
N.A: Ben de öncelikle teşekkür ederek başlayayım o halde. Kitaba da adını veren şiirimin ismi tamamen tesadüf eseri ortaya çıktı. Ben bu cümleyi duydum ve bunun bir şiir olması gerektiğine karar verdim. “Anmadan olmaz düğün çiçeklerini” cümlesini duyduğum ortam cümlenin lirik tonuyla o kadar ilgisiz hatta taban tabana o kadar zıt bir yerdi ki, cümle o kalabalıkta uygunsuz, müstehcen bir parıltı gibi bir anlığına çakıp söndü. Ortalama bir düğün organize edilirken neredeyse daha evlenemeden boşanma davası açılmasına sebep olacak kadar yay gibi gerilmiş bir hava.
Hararetli bir tartışmanın ortasında biri “bütün bunların yanında” düğün çiçeklerini de anmadan olmayacağını söylediğinde en azından birkaç dakikalığına her şeyin durması gerekir gibi geliyor. İnsanlar durmalı, tartışmaya ara vermeli belki de tebessüm etmeliler ama öyle olmadı. Elbette öyle olmasını beklemiyordum ama ideal dünyamda öyle olması gerektiğini biliyorum. Hatta doğru mu duydum diye teyit etmek için “Sen demin ne dedin?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Ve hiç de şiirsel olmayan cevabı: “Şu çiçek meselesini diyorum işte.” Neredeyse gülünçtü ve bütün bu ilgisizlikler bir araya geldiğinde benim için yeterince şiirseldi, muzipti de. Oturdum yazdım. Temelde bu cümlenin sesi hoşuma gitmişti aslında.
Tüm düğün çiçeklerine dokunabildim mi bilmiyorum ama bahsi geçen düğün çiçeklerine ertesi gün dokunma şansım olmuştu. Şiiri de o tantanada yazmış oldum. Ve bana kalırsa evet, bu dünyadaki bütün düğün çiçeklerine dokunmaya çok yakın bir şeydir.
A.K; Şiirlerini bu kitapla okuyucuyla buluşturdun. Dizelerini sokağa, kentlere, taşraya ulaştırdın. Kuşlara, bulutlara, rüzgara eşlik ediyorlar şimdi. İnsana dokunmak, insanlığa dair derdi olmak kısaca toplumsallık… Yer yer değinmişsin, ne düşünüyorsunuz bu konuda şairin topluma ayna olmak gibi bir gayesi olmalı mı?
N.A: Kendini beğenmekte, kabul etmekte güçlük çeken, vesveseli, vehimli biri olarak bu hayatta iyi yaptığımı düşündüğüm nadir şeylerden biri şiir yazmak. Veya dünyanın içindeki şiiri görmek, onu bulup kazıyıp çıkarmak diyelim. Kazıp çıkardığımı anadilimde ifade etmek konusunda başarım, şiirlerimi okuyanların takdiri tabii ama 8 Martlarda kadınlar onlar için, bizler için yazdığım şiirlerdeki dizelerden dövizler yapıp taşıyınca, Ankara’da bir bar tuvaletinde hafif sarhoş olduğunu tahmin ettiğim bir elin yazısıyla yazılmış bir dizemi görünce, 1 Mayıs’ta genç sosyalist arkadaşlarım yazılama yapmak için benim şiirlerimden cümleleri tercih etmeye gönül indirdiklerinde filan, evet bunlar gerçekten de somut olarak dünyaya karışmasıdır yazdıklarımın.
Şairin topluma ayna olmak gayesi olmalı mı? Başka türlüsü mümkün mü bilmiyorum. Yazı üreten herkes topluma istese de istemese de aynadır. Hatta topluma kasıtlı olarak ayna olmak istemeyen sanatçının bu kastı da yine toplumun o günkü koşullarının, sanat yönelimlerinin, egemen ideolojinin izlerini taşır. Bir şeyler “yüzündendir.” Bir tavırdır ve haliyle yetkin bir göz, toplumsal belge vazifesi olmaktan kaçınan sanat ürününü doğru bir yaklaşımla ele alınca, toplumun o anki durumunu kabaca betimleyebilir. Ayna olmaktan kaçabilen bir yazar, bir sanatçı nasıl olabilir bu durumda? Eğrisi doğrusuna denk gelecek ve bir şekilde ayna olacaksın.
Göçerken bacağı kırılan türdeşimizi kaderine terk edip yolumuza devam etmekle, belki varacağımız yerdeki kısıtlı kaynaklardan da olmak pahasına göçü geciktirip onun yarasını sarıp iyileşmesini beklemek arasındaki tercihi on binlerce yıl önce yaptık. Bundan kaçılmaz.
A.K; “İhtimal İsa bile söylemiştir/ Beni doğru anlamadınız” diyorsun “Bütün Bunlar” şiirinde. İsa’nın bile doğru anlaşılmadığı bir düzenekte şiirlerinle kendini ifade edebildin mi?
N.A: Dünyada anlatmak vardır hatta dünya anlatmak üzerine kurulmuştur ve bir bakıma iyi ki de böyledir ama dünyada anlaşılmak var mıdır, bundan emin değilim. Ben zannetmiyorum olduğunu. Dünyada çoğunlukla kanaatler vardır, anladığını zannetmek vardır. Anlattığın kişinin senin hakkındaki peşin hükmü, çarpık izlenimleri, anlattığın ortam, anlamak istememesi… Anladığını zannettiğini bir başkasına anlatması vardır üstelik. Birincil kaynaktan bile doğru olarak anlaşılmayan ileti bu sonsuz ihtimalli düzenekte filanca kişiye nasıl senin kastettiğin şekilde ulaşacak? Zor.
Sezerek veya önceki deneyimlerden bir örüntü oluşturarak boşlukları doldurup pratik bir şekilde ne söylemek ne yapmak gerektiğini bilememek… Her olaydan sonra bozulup her benzer olayda yeniden beliren ve olgusallaşmadan, deneyime dönüşmeden sönüp giden şemalar… Karadüzen, dürtüsel, dikkatsiz, yüzeysel bir “iletişim”. Baktığımda çoğunlukla bunu görüyorum.
Başkası tarafından doldurularak birinin eline verilmiş düşman bir silahın yönünü beş dakika içinde, doğru kurduğum bir bağlamla değiştirebilir hatta tam tersine çevirebilirim. Bunu yapabildiğimi fark ettiğim an bunu yapmaktan vazgeçmiştim çünkü ben yapabiliyorsam benden başka yapabilenler de var demektir ve bu “etki altında kalma” döngüsü sonsuza kadar devam edebilir. Şimdi bırakıyorum insanlar kanaatleriyle yaşasınlar. Düzeltmek, kolay olduğu için anlamsız çünkü demek ki bozmak da bir o kadar kolay.
Tabii ben basit, teklifsiz, gündelik ve sözlü bir “anlatmak”tan söz ediyorum, yani hayatlarımızın yüzde doksanından filan. Bir konferansta belli hazırlıklardan geçerek kalabalıklara mikrofonla seslenmekten veya bir konu üzerinde yazı üreterek o konuyu anlatmaktan değil. Kastım anlaşılıyordur herhalde.
Şiir bir bakıma bu anlaşamamaktan örülü dünyada avantaj aslında. Sanırım bu yüzden şiir yazıyorum. Çünkü anlamaktan ziyade sezmeyle, duymayla ilgili. Anlamayan da sezmiştir diye umuyorum.
A.K; “Güzelliği oluşturan tekrarlardır” diyorsun “Birbirimize Nasıl Yardım Edebiliriz” şiirinde. Kitapta tekrara düşmeden, yeni söyleyişlerle zengin bir dil kurmuşsun. Türkçe öğretmenisin aynı zamanda. Akademik eğitimin dilini oluşturmadaki etkisi ne oldu? Başka bir söyleyişle alaylılık mı okullu olmak mı?
N.A: Edebi ürünlerde tekrar, yazar açısından pratik ve konforlu olsa da okur için sıkıcıdır. Çok üreten hemen hiçbir yazar, tekrara düşmekten kaçamaz sanırım. Ben de düşebilirdim ama ben basit bir hesapla senede bir, en fazla iki şiir yazmışım. Buna rağmen az da olsa şiirlerimde birbirini andıran yanlar buluyorum. Çok sık kullandığım sözcükler, takılıp kaldığım temalar gözüme çarpıyor. Kitabıma bir bütünlük verecek kadar homojen ama aynı büyük şiirin devamını yazıp durmuşum gibi görünmeyecek kadar kendine özgü. Hedeflediğim şey buydu. Umuyorum ki başardım.
Söz ettiğin şiirdeki dizeye gelecek olursam, Lefebvre’in Ritimanaliz’ine bir gönderme içeriyor aslında o dizeler ve yine aynı şiirin Lefebvre’den bir epigrafı var. Şimdi soruyu cevaplarken fark ediyorum ki işin ironik yanı da bence burada. Sanat ürünlerinde tekrara düşmek sıkıcı bir aynılıkken sanat ürününü ortaya çıkaracak yaratıcı ışıltı için dünyada tekrarlara ihtiyaç var ve bu tekrarların arasındaki ufak farkların keşfine. Sadece sanatı değil bütün düşünme sistemimizi, felsefeyi, ideolojiyi, siyaseti ritimli tekrarların arasındaki farklar, bu farkların keşfi ve ifadesi oluşturuyor.
Türkçe öğretmeni olmamın şair olarak okullu olmak anlamına geldiğini hiç düşünmedim. Zaten edebiyattan ziyade dille ilgili eğitim aldık biz. Şiirime herhangi bir faydası olduğunu düşünmüyorum mesleğimin. Zararı da olmamıştır. Elimden geleni yaparak karşılığında geçimimi sağlamaya çalıştığım bir meslekten fazlası değil.
Uzmanlaşmak, “okullusu olmak” her ne kadar çok önemsediğim, kıymet verdiğim bir şey olsa da uzmanlığın bence insanı bir tür miyopluğa sürükleme riski var, özellikle bizim ülkemizde gözlemliyorum bunu. Senelerce çok yakından görmek zorunda olduğun nesneler bir yerden sonra işe yaramaz bir bulanıklık haline gelebilir. Doğru, analitik ve hayata dönük düşünmek, işe yarar bir pratiklik, uzmanlaşmanın miyopluğu tarafından öldürülebilir. Her ne konuda uzmanlaşmış olursak olalım, özellikle sosyal bilimlerde ve sanatta, alaylı bir bakışı kaybetmemek gerektiğini düşünüyorum.
A.K; Kitaptaki şiirlerin sıralamasını neye göre yaptınız? Kriteriniz ne oldu? Rastlantısal değil tematik bir bütünlük mü hedeflediniz?
N.A: Ben neredeyse hiç müdahale etmedim buna. Yayıncımın ve editörümün takdiriydi. Benim de içime sindi. Çok anladığım bir alan değil. Onlarca yüzlerce şiir kitabı basmış insanların bir bildiği vardır diye düşündüm.
A.K: “Kışı atlatıp, şarkılarına eşlik edecek” okurlara son olarak neler söylemek istersin?
N.A: Dünyada rahat yoktur ama umut baki.
edebiyathaber.net (31 Aralık 2024)