Nihan Eren: “Bana Nefeshane’yi yazdıran ana mesele hayatın devamlılığı”

Temmuz 20, 2023

Nihan Eren: “Bana Nefeshane’yi yazdıran ana mesele hayatın devamlılığı”

Söyleşi: Zeynep Tuğçe Karadağ

Nihan Eren’in son öykü kitabı Nefeshane geçtiğimiz aylarda Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Nefeshane’de Nihan Eren, İstanbula panoramik bir bakış atarak, şehri başrol karakter gibi kurgulayarak, yaşamın tam içinden öykülerle,  ölümle yaşam arasındaki kopmaz bağı, hayatın mecburi devamlılığını anlatıyor. Kendisiyle son kitabı üzerine konuştuk.

Öykü kitabınızın mezarlıkta başlayıp doğumhanede bitmesi ilgi çekici. Doğumdan ölüme gitmek yerine tersini yapmanız, yaşamın sürekliliğini vurgularken umut da aşılıyor sanki. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

İlk öyküden son öyküye kadar bütün öykülerin tematik ve biçimsel yönlerden birbirini tamamlaması, bütünlemesi kaygısını güderek yazdım Nefeshane’yi, tıpkı bundan önceki öykü kitaplarımda da olduğu gibi. Bunda Yavaş’ta sezgiyle yapmaya başladığım bu bütünlüklü, tamamlayan ve çevreleyen hali, Nefeshane’de de bilinçli bir şekilde koruma gayem elbette var. Nefeshane adından da anlaşılacağı üzere kimliklerimiz ve bedenlerimizin çevreyle ve iktidarla kurduğu ilişki üzerinden aidiyet meselesini sorgulayan bir kitap. Eğer hayatın doğal dizgesinin bir tür tekrarı gibi doğumla başlayıp ölümle bitirseydim bu onu çok karamsar ve umutsuz yapardı. Benim söylemek istediğimse, hatta belki de bana Nefeshane’yi yazdıran ana mesele hayatın devamlılığı, ne olursa olsun sürmesi esasına duyduğum hayranlık aslında. Yaşama sonsuz inanıyorum. Hiçbir şeyin sonsuza dek sürmemesi bana umutsuzluk değil tersine umut vermiştir her zaman. Bu yüzden bu dizgeyi tersine çevirdim. Bir nefeslik yer aldığımız şu dünyaya, yaşamın eşsiz gücüne birlikte bakalım istedim.

İstanbul, öykülerinizde sadece bir mekân değil, atmosfere ve olaylara göre değişik yüzlerini gösteren bir karakter gibi. Kimi, şehirden alacaklı olduğunu düşünürken kimi, çok sevmesine rağmen orada ölmeyi tercih etmiyor. Bir kişi ise oranın mukimi değil ziyaretçisi; Leyla, nefesini ancak bedenine sıkıştırarak var olan Leyla. Karakteri, “Hiçbir şeyin esas sahibi değildi.” diye tanımlıyorsunuz. Böyle düşününce karakterin İstanbul’da yaşamaması, ara sıra ziyaret etmesi öyküyü bütünlüyor ve detaylara çok dikkat ettiğinizi gösteriyor. Sizin gözünüzdeki İstanbul nasıl? Kendinizi İstanbul’a ait hissediyor musunuz?

Kimse İstanbul’a ait değil, İstanbul da hiçbirimize ait değil. Hiç olmadı. İstanbul zapt edilemeyen, fethedilemeyen, anlaşılamayan çok gizemli ve çok kendine özgü bir şehir. İstanbul ne yalnızca Bizans, ne Osmanlı ne de Cumhuriyet şehri, bütün bunların muazzam bir karmaşası. Sonra yine el değiştirdi, çehresi bu iktidarın elinde kendine uydurulmaya çalışılıyor uzun bir süredir. Fakat bilmiyorlar ki İstanbul bu çehreyi de kendine katıp yeni değişimlere doğru yoluna devam eder. Böyle de inatçı bir şehir işte. Yani hiç kimseye ait olmayacağına adeta yemin etmiş biri gibi. Bir de Janus’a benzetirim ben İstanbul’u. Hem gizleyen hem gösteren, hem yücelten hem mahfeden bir tarafı var. Kime neyi istiyorsa onu veriyor. Merkezde olup görülmek isteyen, potansiyel ve yeteneklerini kullanmak için en iyi şehrin İstanbul olduğuna inanan da burada, küçük şehirlerinden gelip saklanmak, görünmez olmak isteyenler de burada. Çok zenginler de burada. Çok fakirler de burada. Çoğu kişi İstanbul’un kaosundan, kalabalığından kurtulmak istiyor, söyleniyor, şikâyet ediyor ama onu terk eden de pek yok gibi. Herkes hem ona hayran hem nefret ediyor. Bakın böyle duygular ancak aşkta olur. Bir şehir için bu zıt duygulara denk gelmek benim için onun anlaşılmazlığını büyütüyor sadece.

Leyla için gösterdiğiniz özene de ayrıca teşekkür etmek isterim. Evet İstanbul’da yaşamayan, misafir olan tek karakter o ve bu bilinçli bir tercih. Çünkü o ne hayatının, ne bedeninin ne çiftliğinin sahibi olabilmiş, bir bayram ziyareti için abisinin evinde misafir olup ev sahibi gibi davranmasına ancak erk tarafından müsaade edilmiş biri. Bu yüzden bir tek o mukim değil. Yani hayatı gibi.

Bir olayı ve durumu anlattığınız öyküyü, devamında karakterin eşinin gözünden görüyoruz. Bu tür öykülerinizin, Rimbaud’un “Ben bir başkasıdır.” sözünü doğrulayan bir tarafı var. Sizce bir kişi ne kadar kendisi olabilir?

Günümüzde bıktırıcı derecede tekrarlanan bir kavram var; kendilik. Özellikle sosyal medya kendimiz olmanın öneminden bahsederken bile bir aynılığı tekrar ettiğinin farkında bile değil. Bireycilik müstakil müstakil aynılıklar yarattı. Evet herkes biricik ve birbirinden de oldukça farklı, herkesin farklı karanlık noktaları, farklı tezahür etmeye mecbur başka başka yönleri var kuşkusuz. Fakat buna ne ölçüde bakabiliyoruz, kendimizi anlama ve tanıma konusunda ne kadar gayret gösteriyoruz, esas soru bu diye düşünüyorum. Herkesin kendini her konuda haklı bulma ve muzaffer olma isteği dünyayı zaten cehenneme çeviriyor. Sonsuz haklılıklar bencillikleri, bu bencillikler de başkaları için yenilgileri ve kırıklıkları beraberinde getiriyor. Bir de şu var, kendin olmak ne kadar mümkün ki? Toplumsal normlar, dönemlerin ruhu ve eğilimleri, modalar, politikalar, etnik kimliklerimiz, cinsel yönelimlerimiz, içine doğduğumuz aileler bizim “kendimiz” olmamızda ana belirleyenler zaten. Geçen yüzyılın fotoğraflarına bakın mesela, yalnız giyim kuşam değil; ifade ve jestler bile başkaymış. Dili ve kelimeleri zaten saymıyorum bile. Öyleyse kendilik nedir ki? Biz kimiz? Bütün bu belirleyenlerden ne kadar uzağa giderek seçimlerimizi özgürce yapabiliyor ve kendimizi inşa ederken bizi çevreleyen evrenden ne ölçüde münezzeh olabiliyoruz? Kaplumbağa Terbiyesi’ndeki Vasıf’ın kendisi olabilmesi için babasının ölmesi ve karısını terk etmesi gerekiyordu. Fakat bunu yaptıktan sonra ne ölçüde kendisi olabildi ve seçimini özgürce yaşayabildi, bunu özellikle muğlak bıraktım. Çünkü Vasıf’ın kişiliğini biçimlendiren ana etmenin cinsel kimliği bile değil; karısını terk edip çiftliği satma kararındaki haklılığına sonsuz ve inatçı inancı ve ısrarı olmasını istedim. Bu haklılığına çocukça sarılması ise bana Leyla’nın Üflediği’ni yazdırdı. Leyla’yı Vasıf’sız Vasıf’ı Leyla’sız düşünemiyorum. Çünkü başkaları için yaşama ödevini hayatının merkezi haline getirmiş Leyla için karakterindeki ana belirleyen elbette ki eşcinsel biriyle evlenmiş bulunma ve sonra da terkedilme kaderine sıkı sıkıya tutunması çünkü onu vakur ve mesafeli yapan bu yıkımın kendisi zaten. Bu kaderi taşıma biçimi. Hayat da böyle değil mi? “Ben bir başkasıdır.” evet, bir başkasındaki bizler hem kendimizi hem de ötekini inşa eder ve kendimizi de bir başkasında tanımlarız, üstelik karşılıklı bir biçimde.

Öykülerinizin çoğunda ölüm kavramı yer alıyor. Ölümün de bir nefeslik olduğunu sezdiriyorsunuz fakat ölüm de yaşam gibi karakterlere göre farklı tezahür ediyor. Vasıf, babasının ölümüyle tahakkümden kurtulup kendini bulurken, başka bir karakteriniz çocuğunun ölümüyle kendini kaybediyor. Ölümün sizdeki karşılığı nedir?

Yazları anneannemin köyüne gider okul açılana orada kalırdım. Anneannemin evinden iki şey görünürdü. Biri uzaklardaki deniz ve o zamanlar Londra asfaltı denilen, bilhassa yazlıkçıların kullandığı İstanbul- Tekirdağ- Çanakkale yolu, diğeriyse daha berideki köy mezarlığındaki uzun, upuzun serviler. Akranım kuzenimle birlikte karpuz sıyırtmasının suyu dirseklerimizden süzülürken uzaklara bakardık. O denizi, uzaklara gidebilmenin hayalini görürken ben hep servileri görürdüm. Bisiklet kullanmayı öğretmeye çalışırlarken bana, sağa sola devrile devrile tek başıma mezarlığa varmış, çok merak ettiğim servileri görmeye gitmiştim. Benim için uzaktı orası, tabii ki her manada. Orada bir süre kaldım. Her uyuyanı tek tek gezdim. Hissettiğim merak, huzur ve sessizliği size açıklayabilmem gerçekten de çok zor. Bütün mezar taşlarını okumuştum. İsimleri, doğum ölüm tarihlerini…

Aaa Berna’nın dedesi bu. Aaa Esra’nın babaannesi. Aaa bizim hiç göremediğimiz büyük halamız. Aaa bir yaşındaki büyük teyzemiz. Hala mezarlıkları gezmeyi çok severim. Datça’nın bir köyünde kaldığımız pandemideki o yazda köpeğimizle beraber ne zaman yürüyüşe çıksam önce köyün mezarlığına giderdik beraber. O da önce ne yapmak istediğimi öğrenmişti. Hemen oraya koşardı. Şimdi bana sorun, muhtar gibi, Yakaköy’de kimin ne zaman kaç yaşında öldüğünü size söylerim. Çünkü köyde tanıştığım komşularım kadar onların kadim yönlerini, bağlarını da bilmek istiyordum. Kim nereden gelmiş, hangi cephede savaşıp dönmüş, bu çorak topraklara ilk bademi kim dikmiş? Ve niye ölmüş? Gençken mi? Yaşlıyken mi? Buralardan ayrılmak zor gelmiş mi? İnsan olmak nedir, o muazzam sorunun bilinmez yanıtını buralarda ararım ben. Bunu da hayatı sevmediğimden değil, tersine çok sevdiğimden, yaşamaya tutkun olduğumdan ötürü yapıyorum. Bence çok alışılagelmiş bazı kalıplar var, ölümü düşünenin, merak edenin veya yazanın hayatı sevmediğine dair bazı haksız yargılar… Bilakis, ölüme bu denli merak duyanlar aslında hayatı çok sevenler ve onu anlamak isteyenlerdir. Yaşam ve ölüm her zaman kendi potansiyel ve olanakları ve imkansızlıklarıyla birlikte bize hayat denilen o muazzam gerçeği verirler. Annemden önce doğup 1 yaşına kalmadan ölen Zehra yaşasaydı, belki ne annem ne ben olacaktık. Ne de kızım Rüya gelecekti bu eşsiz aleme. Eşim Erkan’ın büyük abisi ölü doğmasaydı, bu hayata Erkan diye biri belki de hiç gelmeyecekti. Bizler nasıl oldu da geldik, hangi şans ve kimlerin şanssızlığı neticesinde buradayız ve nasıl geçip gideceğiz buralardan? Ve işte felsefenin, şarkıların, şiirlerin, edebiyatın, mimarinin, kurduğumuz bütün bu medeniyetin oluşumunu sağlayan o esas soru; bizler bu ömürleri neye vermeliyiz? Ve sonrasında sanki hiçbirinin anlamı yokmuş gibi nereye gideceğiz? Bütün medeniyeti kuran ölüm korkusu değil, ölüm bilincidir bana göre. Ölecek olduğunu bilmek insanlığın anlamsızlığı değil ancak anlamını yaratmada birincil etkendir diye düşünüyorum. Özellikle de “Nereye gideceğiz?” in cevabı uğruna insanlık dinler, mitler yaratmış. Düşünsenize ne büyük bir mana arayışı. Bu soruyu ilk soran ne sizsiniz ne de benim. Bu soru uğruna ne meraklarla, ne kadim dinler, ne ucu bucağı olmayan bilimler yaratıldı. Tıp şifa aramıyor, tıp ölüme çare arıyor aslında. Kabul edelim etmeyelim ölümsüzlüğü arıyor. Bulabilecek mi? Hayır. Çünkü hayatın esası bir şeylerin bitmesi ve sıradakinin başlaması üzerine kuruludur. Hayvanlar böyle, doğa böyle. Ölüm enerjisinin toprağa yaydıkları olmadan hiçbir canlı filizlenmiyor. Şimdi bunları size bilgisayarda yazıyorum. Sanmayın ki bilgisayarın bulunmasındaki ana neden, yalnızca bizlerin hayatlarımızı kolaylaştırma gayesiydi. Bundan ibaret olamaz. Merak ve kalıcı olma arzusu. Ondaki ölüm bilinci şu an bizi sizinle kolayca birleştiren bir şey yarattı. Bütün bunları ölümü bilip yaşamı çok sevdiklerinden ötürü yaptılar. Ben de işte bu kitapları bu yüzden yazdım, yazıyorum ve yazacağım. Ölümü bildiğim ve sonlu olduğumun bilinciyle yaşıyorum ve yazıyorum. Kimseyi kırıp dökmeden, hak yemeden yaşamak, adil bir biçimde ve elimden geldiğince fazla patırtı çıkarmadan ve zarafetle ve kızıma buralarda kalma, direnme gücünü aşılama uğraşıyla ve mesleğimde öğrendiklerimi bir başkasına öğretmek isteyerek, el vererek bu alemden tevazuyla geçip gitmek istiyorum. Öleceğimi bilmesem muhtemelen ne bu yaşama sevincini bulur ne yaşamımın şerefini ister ve anlamını arardım. Ne bu çocuğu doğurur ne de bu kitapları yazacak gücü kendimde bulurdum. Yaşamak bir zincirdir. Eğer bir ağaç ölecekse bir fidan içindir. Ben öleceksem kızım ve benden sonra gelecekler içindir. Hayatın devamlılığı esası içindir. Yaşamı bu kadar sevmesem, ona teslim olmasam hiçbirini yapamazdım. Yani, insan manasını aramamışsa veya arayıp da bulamamışsa ölümden korkar. Çok sevenler, anlamlı bir yaşam denilen o büyük çırpınmanın peşinde koşanlar ölümden korkmayan, belki öte dünyayı bile aramayı bilerek istemeyen korkusuzlardır. Çünkü dünya bu kadar.

Nefeshane öykünüzde nefes, mesafeyi, Kaplumbağa Terbiyesi’nde kendini bulmayı, Süpernova’da ise başkalarını oynamayı temsil ediyor. Sizin soluklandığınız kavram ya da eylem nedir?

Yazmak ve yaşamak. Benim için önceleri yazmak çok içgüdüsel bir eylemdi. Çok erken yaşlarımdan, neredeyse okuma yazmayı öğrendiğim ilk yıllardan beri neden yazdığımı bilmeden oturup yazıyorum. Ailecek bir yere giderdik mesela, akşam eve döndüğümüzde ilk iş hemen bir deftere nereye gittiğimizi, orada neler gördüğümü yazardım. Çok sevdiğim teyzem bize geldiğinde onun o neşeli, kahkahalı halinin evimizden ayrılışının bende bıraktığı buruklukla, “bugün teyzem geldi, çok sevindim. Ama şimdi gitti. Yine sessiziz.” Okulda bir kavga çıktığında, “Ayşe’ye küstüm. Onunla artık konuşamayacağım. Çok üzgünüm.” Böyle kısacık notlar. Meğer günlük tutuyormuşum, bunu yaptığımı bile o zamanlar bilmiyordum. Çok sonraları bu notlar alma, deftersiz hiçbir yere gidememe, defterim yanımda yoksa adeta paniğe kapılma halimin nedenlerini  elbette kendime çok sordum. Niye hemen bir defter istiyordum? Yaşamak neden bir çocuğa yetmiyordu? Neden yazınca yaşamak daha güzel bir hale geliyordu benim için? Şimdi yazmakla geçen tüm ömrüme baktığımda şunu düşünüyorum; yazmak bir kayıt tutma, hayatı ve geçen zamanı bilinçsizce de olsa saklama arzusu, muhafaza etme gayreti de içeriyor. Hayatı anlama isteğiyle birlikte. Edebiyat tarihi dediğimiz mefhum, bu kaygı ve meraklarla, bu içgüdülerle, bu yabancılıklarla ve bu tuhaf içgüdüye teslim oluşla birlikte meydana geldi bana sorarsanız. Bizleri yazar yapanın hayata dair bitmek bilmez bir merak ve kayıt tutma gayreti olduğuna inanıyor ve bunları varoluşumuzda birer yaban içgüdü gibi gizlediğimize ve ortaya çıkarmak istediğimiz o anda da yazmaya, gerçekten yazmaya yani kurgu yapmaya başladığımıza inanıyorum. Geçen gün, instagramda bir video gördüm. Bir kunduzu annesiz kalınca eve alıp bakmaya başlamışlar. Ve o apartman dairesinde meyli tabii bir şekilde, evdeki eşyaları koridora yığarak bent yapmış. O kadar etkilendim ki bundan. Kunduzlar biliyorsunuz muazzam mühendislerdir, baraj yapar, bent kurarlar. O kunduzla kendim aramda bir benzerlik bularak şaşırdım. Nerede olursanız, nerede yaşamak zorunda kalırsanız kalın, içgüdü her zaman her canlıya ne yapması gerektiğini söylüyor. Mühim olan bu sesi bırakmayarak, aslında birer hayvan olduğumuzu hiç unutmayarak kendi yaradılışımızın o vahşi sesinin peşinde koşmakta. Benim nefeshane dediğim şey bu zaten. Yazdığım bu kitap da bunu söylüyor. Benim yazı odam da benim nefeshanem işte. Ne zaman yazmak istesem evdekilere “ben benim nefeshaneye gidiyorum, hadi eyvallah” derim. Ufku, manzarası olmayan bu ufak oda bana öyle uzak ufuklar, bilmediğim hayatları öyle bir hayal etme gücü veriyor ki. Bir yazarken bir de tabiatta bunu hissediyorum. Ağaçlara, dağlara ve hayvanlara baktığımda. Bir hayvanın doğum yapışını hiç izlediniz mi? Bedeninden bir çıtırtı geliyor. Kemiklerinden bir ses geliyor. Muazzam bir güç ve çırpınma. Datça’da minik bir bahçem olmuştu. Kabak ekmiştik. Tam günbatımı zamanında akşamüzeri sulanan kabaklar suyu kendine çekmekten olacak çok hızlı bir şekilde büyüyor ve büyürken bir çıtırtı çıkarıyorlardı. Buna meftunluktan, duyduğum büyük hayranlıktan oturup ağlamıştım biliyor musunuz? Çünkü ben de yazarken ve evet bu oldu dediğimde kemiklerimden bir ses geldiğini duyarım. Benim nefeshanem işte bunlar, yazmanın ve yaşamanın kendisi.

Kitabınızdaki sekiz öyküde de, karakterler farklı sosyokültürel yapıdan geliyorlar ve inandırıcılıkları çok yüksek. Bunu da atmosfer kurmadaki becerinizle, psikoloji bilginiz ve gözlem gücünüz sağlıyor bana kalırsa. Psikolojiyle ilişkinizi ve karakter yaratırken nelerden yararlandığınızı merak ediyorum.

Merakım… İnsan ruhuna duyduğum bitmez tükenmez merakım. Tek söyleyebileceğim bu.

edebiyathaber.net (20 Temmuz 2023)

Yorum yapın