Söyleşi: Mesut Keskinbıçak
Nihan Kaya ile Londra’da en sevdiği yer olan Piccadilly Circus’ta buluştuk ve Londra sokaklarını gezerek, yazarın son romanı Kar ve İnci üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. İşte konuştuklarımız:
Kar ve İnci’yi yazmaya karar verdiğiniz anı hatırlıyorsunuzdur…
Aslına bakarsanız, pek de öyle bir karar anından söz edilemez. Gerçek şu ki kitaplar her zaman içinizde yaşıyorlar. Siz onların içinizde yaşadığını fark etmeden çok önce başlıyorlar yaşamaya. Hisler, fikirler halinde barınıyorlar önce bünyenizde. Sonra giderek büyüyorlar, gelişiyorlar, yavaş yavaş bir romana dönüşüyorlar ve zaten bir romana dönüşürken benliğinizi esir alıyorlar, sizi onu yazmaya mecbur bırakıyorlar. En azından benim için hep böyle oldu bu. Şahsen, artık yazmaya mecbur kalmadığım hiçbir kitabı yazmadım. Romanlar önce içinizde yazılıyor; bundan çok sonra somut bir romana dönüşüyorlar. Yazdığım her roman, kendimi bildim bileli zaten içimde yaşıyordu diyebilirim. Onların hep orada olduğunun farkına onları yazarken vardım. Ama her birini yazmak, yirmi yıl, otuz yıl sürdü aslında. Kaleme kağıda dökme süreci roman yazmanın en önemsiz kısmı. Hatta, roman yazmanın sonucu.
Kar ve İnci’yi okurken yere dökülen ekmek kırıntılarını takip ederek sona ulaşıyoruz sanki ve imgeler oldukça hâkim cümlelerinize.
Ekmek kırıntıları… Çok yerinde bir benzetme. Romanın masallarla örülmüş yapısıyla da örtüşüyor. Çok sevdim; teşekkür ederim. Evet, romanın başlığında yer alan “kar” ve “inci” kavramları dahil çok sayıda metafor var kitapta. Çoğu, yedi ayrı anlama geliyor roman içinde. Hangi anlamını okursanız hikayeye farklı bir şekilde uyuyor. “Suyun imgesi sudur” diyen Edip Cansever gibi, imgelerin her biri romanın nosyonunun da kendisi aynı zamanda. İmge ile hikayeyi ayırt edemiyorum romanda.
Kar ve İnci, bence yaşam ve ölüm arasında sıkışmış bir anlatı.
Yaşam ve ölüm arasındaki çizgi her çok şiddetli hem çok belirsiz. Roman, yaşamakla yaşamamak arasında bir yere ilişkin sorular soruyor baştan sona. Orası o kadar ilginç bir yer ki, roman da böyle suyun halleri, karlar, inciler, beyazlar, siyahlar, varlık ve yokluk arasında gidip geliyor bu sorularla beraber. Hep aralıkta olmaya dair bir roman Kar ve İnci. Romanı “doğmuş olmaya” ithaf ettim. Zira doğmuş olmakla olmamak arasındaki aralık irkiltici. Doğmuş olanı görüyoruz hep. Doğmaya yeltenip de doğamayanın da bir varlığı var halbuki. İşte o görünmeyen, yüzeye çıkamayan var oluş biçimleri benim ilgimi çeken.
Bir röportajınızda “Aslında hep aynı hikâyeyi anlatırız, ama değiştirerek” demişsiniz. Kar ve İnci’de hep aynı hikâyeyi anlatırken hikâyenizi nasıl değiştirdiniz?
“Görünürdeki” (manifest) hikaye her seferinde farklı. Ama Kar ve İnci‘de de, önceki yedi kitabımda olduğu gibi, “görünmeyen”i, görünür hale gelmek isteyenin karşılaştığı engelleri, doğmadan ölmeyi, var olma savaşını, birey olmayı, bilinmemeyi, anlaşılmamayı anlatıyorum. Daha önce hiç ele almadığım bir konuyla.
“Midyeler açıldıktan sonra değerini kaybediyorlar” diyor karakterlerinizden biri. Bir kitabı yazıp bitirdikten sonra o eseriniz için de böyle mi hissedersiniz?
Karakterlerim, söyledikleri her şeyi romandaki konumlarına göre ve sadece o sözü söyledikleri bağlam çerçevesinde söylüyorlar. Bu nedenle, hiçbir karakterimin hiçbir sözüne tek başına katılmıyorum aslında. Ama yazarlara, her karakterinin her sözü kendisininmiş gibi muamele ediliyor. Sözünü ettiğiniz cümle bir anlama hizmet ediyor romanda, ama o da sadece, geçtiği yerdeki bağlam ve diyalog dahilinde.. Kendi değerler sistemimde böyle bir kayıp tabii ki söz konusu değil. Bitirilmiş roman, görünmeyen bir ön-nesnenin (pre-object) artık görünen, paylaşılan bir nesne haline gelmesidir. Bu da yazar için müthiş bir rahatlama. Edebiyatta, tamamlanmış metnin anlamı var sadece. Yazarın henüz hiç kimseyle paylaşamadığı bir ön-romanla baş başa kalması korkunç bir yük. Başka bir şey daha ilave edeyim: Dolunay vaktinde istiridyelerin tamamen açıldığını biliyor muydunuz? Romandaki ay, gece, su, inci, ışık, dolunay ve Dolunay kavramları ile bir araya getirildiğinde bu bir anlam ifade edecektir sanırım.
Aslında tüm kurgu Gece karakterine hizmet ediyor. Asi, yetenekli, yalnız bir kadın.
Bu üçü bir arada olduğu için önemli zaten Gece karakteri. Ve biri, diğerini getiriyor bu özelliklerin; hatta her biri diğerini içinde taşıyor. Roman da bunu anlatıyor zaten.
Kar ve İnci’de insan ruhunun kovuklarına iniyorsunuz. Psikolojiyi edebiyatta hangi konumda görürsünüz?
Psikolojiyi edebiyattan, edebiyatı da psikolojiden ayırmıyorum. Romanlarım bunun ispatı sanırım.
Bir yazar olarak keşke ben yazsaydım dediğiniz kitaplar…
Söylediklerimi yüzeysel okuyan biri için beni megalomanyak gösterecek sorular soruyorsunuz hep, ama, yazmak istediğim kitaplar, zaten yazdığım kitaplar. Nitekim belki yazar olmanın da tanımı budur. Beni büyüleyen yüzlerce kitap var. Ben onları okurken kendimden geçiyorum zaten. Onları okuyor, okuyabiliyor olmaktan son derece mutluyum. Bu yüzden, içimden “Keşke bunu ben yazsaydım” diye geçmiyor hiç. Nitekim edebiyat hazzının kıskançlığa asla yer bırakmadığı, bırakamayacağı kanaatindeyim. Bir eser ortaya çıkarma hazzı da edebiyatla ilişkili, ama okuma hazzından daha başka. Güçlü metinler, size yeni fikirler ilham ediyorlar zaten kendiliğinden. Güzel bir eser okumanın hazzı başkadır, güzel bir okumanın sizde okuduğunuz metinde direkt var olmayan şimşekler çakması başka; kendinize ait bir şey ortaya çıkarmanın hazzı, başka. Yazıyor olmaktan mutluluk duyduğum her şeyi zaten yazıyorum, ve yazdığım her şeyi yazıyor olmaktan mutlu olduğum için yazdım zaten.
Mesut Keskinbıçak – edebiyathaber.net (4 Ocak 2016)