Söyleşi: Gaye Dinçel
Pek çok çocuk kitabı olan Uzm. Psikolog Nihan Temiz ile okuduğum romanları “Masal Koleksiyoncusu”, “Kanadımdaki Deniz” (Can Çocuk Yayınları) ve son kitabı “Kahraman Burunlar” (Altın Kitaplar) üzerine söyleştik.
Romanlarınızdaki karakterler birbirlerinden epeyce farklı özelliklere sahip. Psikolog olmanız karakter yaratırken işinize yarıyor mu?
Romanlarımı yazmaya başlamadan önce karakterler üzerinde uzun uzun çalıştığım bir hazırlık dönemi geçiririm. Küçüklüğümden beri insanları gözlemlemeyi, onlar hakkında kafamda minik minik notlar oluşturmayı, analizler yapmayı seviyorum ben. Bunun için çabalamıyorum, yapım böyle. Karakter yaratırken bazen öyle gerilere gidiyorum ki, 8-10 yaşlarımda konuştuğum bir komşu teyzeyi, çekirdek aldığımız kuruyemişçi amcayı, eline koluna hâkim olamayan kaba elli ama tüy yürekli bir arkadaşımı hatırlayıveriyorum. Onları tanıdığım diğer insanlardan ne vakit ve hangi nedenle ayırıp hafızaya yerleştirdiğimi bilemiyorum. Ama orada duruyorlar, unutulmuş numarası yapıyorlar, sonra ben yazarken bana ce-e deyip satırlar arasında yerlerini alıyorlar.
“Psikolog olmak karakter yaratırken işinize yarıyor mu?” sorusunu belki bu açıklamadan sonra şöyle yanıtlayabilirim: Psikolog olmanın karakter yaratırken çok da bir katkısı olduğunu sanmıyorum ama belki de gözlem yapma sevgisi, istemsizce analiz yapma hali, insanları inceleyip zihinde kataloglama ve arşivleme eğilimi psikolog olmamı sağlamış olabilir.
“Masal Koleksiyoncusu”nda romanla masalı buluşturmuşsunuz. Nereden geldi bu fikir aklınıza?
Ben şanslı bir çocuktum. Büyük ebeveynlerim (nineler ve dedeler) benimle vakit geçirmeyi severlerdi. Oyun da oynardık ama en çok masal anlatmalarını severdim. Çocukken çokça masal dinleyen çocukların, ileride kendi masallarını yazma konusunda (hem yazın, hem de yaşam masalı anlamında) daha donanımlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü masallar çocuklara deneyim sunar, bir durumu yaşamadan yaşatır. Üzerinde düşünmesini, tuhaflıklarla başa çıkmasını, gücünün yettiğini değiştirmeyi, yetmediğini kabullenmeyi öğretir. Hayatın ta kendisi yani. O kadar çok masal dinledim ve beni seven büyüklerim tarafından yaşama bu anlamda öyle güzel hazırlandım ki, ben de aynısını yapmak istedim.
Aslında Masal Koleksiyoncusu’ndaki masalları bölüm bölüm dizip bir masal kitabı da yazabilirdim. Hatta her biri ayrı ayrı da basılabilirdi. Ama ben o masalları birinin anlatmasını arzu ettim. Çünkü fikir aklıma böyle büyülü bir paket olarak gelmişti. Kaptan adında kıyıları dolaşan, koleksiyonundaki masalları karşılaştığı çocuklara anlatan, tek amacı masal anlatmak olduğu için tek bir yerde kalmayan, yaşamını “Koleksiyoncu” adlı teknesiyle deniz üstünde geçiren bir kahraman vardı aklımda. Kaptan masal anlatıyordu. “Peki, bu masalları kime anlatsın?” derken romanın diğer karakterleri olan çocuklar ortaya çıktı. Sonra masalların etkileşimli olma özelliği aklıma geldi. Eh, masalı anlatanın duygusu, anlatılanın içeriği vardı da, masalı dinleyenin duygusu ne olacaktı? Benim bunu da anlatmam lazım diye yazarken bir baktım romanla masal buluşmuş. Ortaya da Masal Koleksiyoncusu çıkmış.
Masal her yaşa lazım bence. Ne dersiniz?
Masal Koleksiyoncusu kitabımda bu düşüncemi satırlar arasından bağırarak söylüyorum neredeyse. Masallar kültürel birer miras ve bir toplumun/kültürün ortak bilinci çünkü. Bu topraklarda öyle efsaneler, öyle masallar var ki. Ben geçmişten ninnilerle, masallarla, deyişlerle, tekerlemelerle gelen o nefis esintiyi koklayıp başkalarına üflüyorum sadece. Dediğim gibi masal yazılmıyor zaten, masal olunuyor ve sonraki nesillere kalınıyor. Yani masallar hepimize birer deneyim, öğreti, yaşantı sunuyor.
“Masal çocuk işi, ay kuzucuklar dinlesin” diyenler neler kaçırdıklarını bir bilseler. Masallar her yaşta farklı bir anlam kazanıyor hepimiz için. İşte bu nedenle evet, masal her yaşa lazım.
“Kanadımdaki Deniz”de Ankara’ya yolculuk eden martılar var. Nasıl ortaya çıktı roman?
Kanadımdaki Deniz gerçek bir hikâye aslında. Her şey bir gazete haberi ile başladı. Ulusal bir gazetede Ankara’da Balık Hali’nde yaşayan martılarla ilgili hayret verici bir yazı okudum. Gazete kupürünü kesip soluğu Balık Hali’nde aldım. İki ayrı Balık Hali’ni fotoğraflar çekerek, notlar alarak gezdim. Bir turist gibi heyecanlanarak, martılar kadar tiz çığlıklar atarak, martılara, uyum becerilerine, heybetlerine hayran olarak geçirdiğim günü harıl harıl yazarak tamamladığımı ve çok hızlı yol aldığımı hatırlıyorum. Kanadımdaki Deniz en hızlı yazdığım kitaplarımdan biridir ve deniz kokan bir Ankara hikâyesidir. 🙂
“Kahraman Burunlar”daki köpekler birbirinden renkli. Patili dostlarınızdan mı esinlendiniz?
Yaz aylarını, yıllık iznim elverdiği sürece, ailece çok sevdiğimiz bir sahil beldesinde geçiriyoruz. Havasına, suyuna, her detayına bayıldığım, “yeryüzü cennetim” diye tanımladığım bir yer. Sevmediğim tek bir yönü var. Neyse ki, bu oraya özgü bir özellik değil. Sanırım hemen hemen tüm sahil beldelerinde yaşanan, gözlenen bir durum. Sahipsiz, terk edildiği belli, küskün bakışlı, bakımsız, çoğu yaralı cins köpekler var sokaklarda. Balkonda çay içiyorum, evin önünden tüyleri lime lime olmuş bir Terrier geçiyor mesela. Denize doğru yürüyüş yapıyorum, çöpün yanında kıvrılmış uyuyan sıska bir Koli görüyorum. Beslemeye, yardımcı olmaya çalışıyorum ama o gözlerdeki terk edilmişliği, inanamayan/hala bekleyen, insanını arayan ifadeyi hissediyorum. O köpeklerden biriyle yakın arkadaşız hatta. Her sene plajda onca insanın arasından beni buluyor, şezlongumun altına yatıyor. Sonra yine yok oluyor ortalıktan.
İşte Kahraman Burunlar bu köpeklerin hikâyesini çocuklara ajite etmeden anlatıyor. Ana karakter Çakıl da, beni her sene bulan o köpecik zaten ve kitabı okuyan çocuklarla satırlar arasından tanışıyor.
Yazma süreciniz nasıl ilerliyor? Çocuklarla çalışmak ilham veriyor mu?
Yazma sürecimi iki kelimeyle özetleyebilirim: “Detayda boğulmak”. Hikâye kitaplarımı çok seri yazıyorum. Ama konu roman yazmaya gelince içimden bir detay canavarı çıkıyor. Önce romanın adını koyuyorum. İsmi olmayan bir şeyi yazamıyorum. Ardından genel bir özet oluşturuyorum. Şöyle başlayacak, şunlar olacak ve şöyle bitecek gibi. Sonra kaç bölüm yazacağıma karar vermem lazım. Öyle şekilciyim ki, bölüm sayısına karar vermeden başlayamıyorum. Ardından her bölümde ne anlatacağımı sıra sıra yazıyorum. Bölüm adlarına karar veriyorum. Bu arada karakterleri oluşturmaya başlıyorum. Karakterler için mutlaka bir albüm yapıyorum. Bu albümde her karakterin kaşı, gözü, sevdiği sevmediği şeyler, zayıf ve güçlü yönleri yazılı oluyor. Adı tek bir satırda geçen ama benim detaylı planladığım karakterler var mesela. Sonra… Sonrası örmek, yazmak, ballı ballı anlatmak…
Çocuklarla çalışmaya gelince… Dünyanın en ilham verici şeyi olabilir bu. Her biri ayrı bir dünya ve baş döndürücü bir hızla güncelleniyorlar. Ben onları şaşırtan şeylerle çok ilgileniyorum. Çocukluğun en kıymetli özelliklerinden birinin şaşırabilmek olduğunu düşünüyorum. Büyüdükçe hiçbir şeye şaşırmaz oluyoruz. Yetişkinler olarak pek ukala, pek kibirliyiz. Her şeyi bildiğimizi düşündüğümüz için az hayret ediyoruz ve yeni şeyleri de bu yüzden öğrenemiyoruz. Oysa çocuklar öyle mi… Daldaki kuşa, çukurdaki suya, yaralarının kabuklarına, her şeye ama her şeye hayret ediyorlar. Not alıyorum hemen. Çocukların hayret ettikleri şeylerden yola çıkmak çok ilham verici geliyor.
Yaşam sevincinizi yazdıklarınıza yansıtmayı nasıl başarıyorsunuz?
Aslında her zaman çok mutlu gezen biri değilim. Ama gülmeyi sevdiğim için yaşama sevinci ile dolu gibi görünüyorum herhalde. Kasvetim pek fenadır, hani “Evlerden ırak” dedirten cinsten. Neyse ki çok uzatmam, çabuk neşelenirim.
Yaşama sevincimin kaynağı ailem, uyumak, yazmak, bir şeyler başarmak ve çalışmak gibi basit şeyler. Hepsinden çok güç alır ve hem yaşamıma, hem de yazdıklarıma yansıtırım…
Güzel sorularınız için çok teşekkür ediyorum. Herkese yaşama sevinciyle dolu, sağlıklı, bol kitaplı günler diliyorum. Sevgilerimle…
edebiyathaber.net (4 Haziran 2020)