Röportaj: Emrah Polat
9 Nisan 2015 tarihinde Paris’te bir otel odasında hayatını kaybeden Nilgün Aslan, tek röportajını Edebiyat Haber’e vermişti. Anısına saygıyla…
“Paul Brousse Akşamları”, ana karakter üzerinden tüm insanlara doğumundan itibaren dayatılan normatifleşleşme sürecine bir tepki mi?
Tepkiden öte kızgınlık belki. Ayrıca yerginin asıl hedefinin doğumdan öncesine ilişkin olduğunu da belirtmeliyim. Yani öncelikli tartışmanın, ebeveyn sorumluluğunun nereden başlaması olduğunu söyleyebiliriz.
Biraz daha açabilir miyiz? Üreme karşıtlığı mı bu?
Mesuliyetin çocuk dünyaya geldikten sonra başladığı sanılıyor. Yani her şey “nasıl”a ilişkin bir planlama süreciyle ilgili. Oysa “niçin” üzerindeki değerlendirmenin çok daha elzem olduğu kanaatindeyim. Bireyi dünyada korumakla, dünyadan korumanın ayırdına varan yetişkin sayısı yok denecek kadar az. Ezici çoğunluk, devraldığı özürlü buyruğa sonuna kadar itaati yeğliyor. Bireyin doğmuş olmayı lütuf bilip doğurana minnet duymasını kaçınılmaz kılan yaygın anlayış bu. Dünyaya geliş olayı, ana-babadan aile büyüklerine ve hükümet politikalarına değin kişisel ve kurumsal pek çok dahli mümkün kılabiliyor. Söz konusu geniş çemberin salt doğacak olanı dışarıda bırakması doğanın en acımasız kanunu bana göre. Kaldı ki çoğu durumda herhangi bir kararın ürünü de değil insan. Şu ya da bu sebepten doğuveriyor, anlık menfaatlerin şahane(!) bir çıktısı oluveriyor. Gözünü kimin kucağında açacağı tabiatın umurunda değil, mükellefiyetinin farkında birilerine rastlama olasılığı ise yeterince az. Yeryüzünün aldırışsız kitleleri bunun şans istediğini söyler bize. Yine de en kötü şartlara denk gelmiş olmak dahi doğmuş olanın borcunu hafifletmeye yetmez. Biteviye minnet gerekir bahşedilen(!) hayata. Daha açık ifadeyle ben doğmuş olanın el etek öpmesini değil, ebeveynin özür dilemesini anlamlı buluyorum. Sorumsuzluğundan ötürü cezalandırılmasını hatta.
Romandaki ana karakter varoluşuna karşı “anarşizm” yaşıyor diyebilir miyiz?
Kuşkusuz öyle. Yegâne’nin yani Yegi’nin yaşadığı buhran düpedüz bundan kaynaklanıyor. Artık bu sorunsalı kendi adıma ontolojik bir itkiye bağlıyorum. Çünkü benzer eleştiriler önceki kitaplarda da oldu. Demek malzeme bu, dedim ve zihnimin “niçin” sualince işgal edildiğini kanıksadım. Zira kurguyu her defasında şu ya da bu biçimde aynı karşıtlık pençesinde kıvranan bir karakter ele geçiriyor. Fakat şunun altını çizmeden geçemeyeceğim. Bütün bunların sevgisizliğe yorulması gerçekten incitici. İsyanı başlatan, merhametin azlığı değil taşkınlığıdır çünkü. Kaldı ki Yegi’nin türdeşine karşı ayrıcalıklı bir ben’i de yok, horgörünün asıl uğrağı bizzat kendi bedeni ve ruhu.
Yegi’nin Melek’e karşı sorumluluk yüzünden normale “maske”li bir dahil oluşundan söz edebilir miyiz?
Burada kan bağı dehşetine gönderme var aslında. Ailevi duyguların sarsıcı etkilerine ilişkin çarpıcı bir örnek diyelim. Üzgü ve endişeyi kişisel olmaktan çıkaran en önemli sebeptir doğuştan bağlılıklar. Hepimiz fazladan birkaç cana sahibiz ve sevdiklerimizin uğradığı yaşamsal külfete sonuna kadar ortağız. Bu anlamda Yegi’nin sorumlu davrandığına kuşku yok. Fakat çabasının normalleşmeden ziyade, Melek’i koruma amacı içerdiği söylenebilir.
Bütün bunlar sizin yaşantınızdan yansılar içeriyor olabilir mi?
Kalemin dağarcığını dolduran gerçeğin izdüşümünden başkası değildir. Bilinci kafesleyen hiçbir kalıntının yazıya bulaşmakta tereddüt edeceğine inanmıyorum. Yazmak belki de dağılmış bir otobiyoğrafinin parçalarından yeni öyküler üretmektir. Hiçbir öykü baştan ayağa yazarını betimlemez ama büsbütün yadsıyamaz da. Ben henüz on beş yaşında anne oldum. O zaman yine karşıydım doğurmaya, tabii ki sebeplerim başkaydı. Öncelikle liseyi bitirmeyi, belki yüksekokula gitmeyi düşlüyordum. Ve bebek olayı buna engeldi. Fakat tıpkı evlenirkenki gibi belirleyici olan yine büyüklerin kararı oldu. Annem, doğurmadığım takdirde insanların bunun bir kusurdan kaynaklandığını düşüneceklerinden emindi. Anne olduktan sonra öğrenim yapmak zorunda kaldım. Çocuğumla ne çok ayrı kaldığımızı, ne büyük acı çektiğimizi ve geride zahmetli yıllar bıraktığımızı tarif edemem. Ama sosyal temrinler kesintiye uğramasın diye sineye çekilen her meşakkatin derin bir travmaya dönüştüğünü yaşayarak öğrendim. Evet, çocuğum ömrümün biricik anlamı ve tek sevdası. Fakat birbirimize en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda hep ayrıydık. Bu öyle kötü ve öyle kronik bir sancı ki, bağrımdan hâlâ hıçkırık yükseliyor. Ara sıra can tanemin otuzunu aşmış bir yetişkin olduğunu anımsamak hoşuma gider. Artık bana gereksinmediğini teyit etmekle teselli bulurum. Ama nasıl olur bilmiyorum, daha çok eski günler dirilir gözümde.
Milo bir kurtarıcı mı Yegi için, başlangıç ya da son mu?
Çelişki yaşamın özü. Yegi ile Milo’nun karşılaşmasında son arzusunu körelten bir başlangıcın saklı olduğu kesin. Fakat yeni bir nihayet tasavvuruna ihtiyacı var her başlangıcın. Ve bu gerçek hayatta olduğu gibi hikâyeye de paradoksal bir akış kazandıran sebebin ta kendisi.
Yegi’nin aşkı belli oranda “normal bir aşk” mı?
Aşkı dünyanın dekoltesi görürüm. Aldatıcılığını doğa yasalarının hizmetkârı oluşundan alır aşk. Yegi’nin şikayeti de bu yönde, fakat yazık ki şikayete sebep durumu ortadan kaldırması olası değil. Yadsıdığı insani özelliklerin tahakkümü altında olduğunun farkında biri Yegi. İnsan çünkü, kendini türdeşleri gibi davranmaktan alıkoyamadığı zamanlar oluyor. Hoşuna gitmese ve karşı koymaya çalışsa da sıradan bir âşığa bürünebiliyor. Kaldı ki çatışmayı süreğen kılanın, kabul ve itirazı eşzamanlı seyre zorlayanın bu olduğu açık. Zaten her reddin ardında, mevcut bir zorbalığı def etme iradesi barınır.
“Paul Brousse Akşamları” psikolojik bir roman. Sizce psikoloji; insanı inşâ eden aygıtlarından biri değil mi?
Psikoloji çok önemli, düşünsel yaşamın başlıca aygıtı da. Bilimsel etikete kavuşuncaya kadarki sürede uğradığı horgörü anımsandığında, modern insanın tek şansı olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Bireyin kendini tanıma ve gerçekleştirme ereğini büyük ölçüde psikolojinin kolayladığını inkar edemeyiz. Fakat öte yandan bilimin çoğu defa başvurmak zorunda kaldığı kaçkın eda ve görmezden gelişin en bariz örneğine de burada rastlamak mümkün. Zira ‘niçin’e özgü ilgisini son derece yetersiz buluyorum psikolojinin. Aynı bağlamda felsefeyi yalnız bıraktığını da eklememiz gerekir. Disiplinlerarası eşgüdüm gittikçe çoğalıyor bile olsa yazık ki pratikte karşılığı yok mertebesinde. Fakat bütün bunlar içkin dünyanın keşfinde, psikolojinin yoldaşlığına duyduğumuz ihtiyacı ortadan kaldırmıyor.
Kaleminiz yadsıyıcı tutumuna üzücü deneyimler sonrası kavuştu diyebilir miyiz?
Hayır, bu çıkarsama yanlış olur. Çünkü zihni şekillendiren kesinlikle yaşamsal tecrübeler değil, aksine, tecrübeleri biçimlendiren zihnin kodlarıdır, diyorum. Yani yaşadığımız öyküleri esinleyen, doğuştan sahip olduğumuz potansiyelden başkası değil. Elbette geride bir hayat bırakıyor, eteğimizi dolduran acı-tatlı hatırayı yâd ediyoruz. Bunların metinlerimize sıçradığı da oluyor. Fakat acının kalemi diriltme gücü yok. Doğrusu, acıya can verenin kalem olduğu.
Şimdiki temaları daha çocukluk evresinde kullanmaya başlamıştım. Ne felsefeden haberdardım oysa, ne edebiyattan. Örneğin 1977-78’de Gece temalı şiirler yazıyor, Milliyet ve Tercüman Çocuk Dergilerine yolluyordum. Bugün hâlâ nüshalarını muhafaza ettiğim o şiirler beni ürpertir. Şimdinin zihinsel arşivine yaraşır oluşları çok da şaşırtır ayrıca. Gizemli şekilde “Ne isek oyuz” dedirtir bana. Yine 1981’de ödüllü bir şiirim var mesela, Ömür Bahçesi. Tema ölüm. Gerçi hikâyesi de bir o kadar ilginç. O sıralar aklım zorla koparıldığım okuldaydı, edebiyata âşık olmaya başladığım yıllar. Evde dergileri okumakla yetiniyor, Sanat Fidanlığı köşesine filan şiirler yolluyordum. Yerel bir derginin lise öğrencileri nezdinde açtığı şiir yarışmasına mektup yazıp ben de katıldım. Ödül, ünlü şair seçkilerinden oluşan bir koli şiir kitabıydı. Sonra da korktuğum başıma geldi, kazandığım yarışmanın ödül törenine davet edildiğime dair mektup elime ulaştığında tir tir titremeye başladım. Bu kabusu yaşayacağımı âdeta baştan sezmiştim. Karnım burnumda bir ev kadınıydım çünkü ben, minik bir anne adayı. Ağlamaya başladım, çok utanıyordum, çünkü dergi yönetimi diğer adaylar gibi lise öğrencisi sanmıştı beni. Hem hüngür hüngür ağlıyor, hem müjdeci sarı zarfı öpüp kokluyordum. Gün gelip çattığında törene küçük kardeşimi göndermek zorunda kaldım. Daha doğrusu başka çare bulamadım. Çünkü benim bu işlerimi ailede kaale alan yoktu. Alışkındılar ağlayıp sızlamama, zaten bir an önce doğurmamı bekliyorlardı. Bebeği kucağıma aldıktan sonra sesim kesilecek, çocukça heveslerimden vazgeçecektim. Halbuki benim aklım fikrim okulda, kitapta, şiirde, yani hayallerimdeydi. Sabahtan akşama ders çalışıyordum bir yandan da, liseyi dışarıdan bitirecektim. Karnımın kabarık görünmesi dışında değişen bir şey yoktu. Olsun, dedim, ablası ansızın hastalanmış, törene kardeşi gelmiş, desinler. Oğlan kardeşim de öyle küçük, 12-13 filan. Aradan otuz üç yıl geçti, bazen hâlâ birbirimize hatırlatırız. Kucağındaki kartonu zorla taşıyarak getirdiği günü, pencere ağzında dönüşünü nasıl beklediğimi ben de unutmam, o da.
Demem o ki, öncül olanın kalem olduğuna inanıyorum. Ya da şöyle söyleyelim; kalemin arşivinde kimi öyküler vardı. Nereden, nasıl bulaştığı veya taşındığı meçhul öyküler. Biz onların birer kahramanı haline geldik, götürdüğü yerlere sürüklendik. Sonra her şeyi kendimizden bildik.
Romanla ilgili Nazê Nejla Yerlikaya’nın yazısı için>>>
Emrah Polat – edebiyathaber.net (19 Kasım 2014)