Söyleşi: Aynur Kulak
Aynur Kulak Nisan Erdem ile yeni öykü seçkisi Rüyanın Oltasında odağında bir söyleşi gerçekleştirdi: “Rüyanın Oltasında” her şey gözüme çok güzel göründüğü için var. Sevdiğim tüm güzel şeyleri övmek için var. Tüm bu güzellikler bir gün sona ereceği için var. Hayatı anlatmak için kullanılan en eski metaforlardan birindeki gibi her şey “rüya” olduğu için var.”
Biyografinizi okuduğumda edebiyata olan sevginizin eğitim hayatınıza yansıdığını gördüm. B.Ü Tarih Bölümü’nden mezun oluyorsunuz ve yüksek lisansınızı Türk Dili ve Edebiyatı fakültesinde yapıyorsunuz. Edebiyata dair düşünceleriniz, sevginizi bu yansımadan konuşmaya başlarsak, ne söylemek istersiniz?
Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih öğrencisiyken kurmaca metinleri daha sık okuyabilmeyi özlemiştim. Üstelik bu esnada tarih, zaman, geçmiş, edebiyat ve kurmaca kavramları üzerine düşünüyordum. Bugün geriye dönüp baktığımda yayımlanan ilk öykümün (Rüya Gören Kum Saatleri) zaman hakkında olmasının bir tesadüfe dayanmadığını görüyorum. Mario Levi bir söyleşisinde “Edebiyat, yaşanan günleri tarihten çok daha iyi anlatır çünkü onun içinde duygu vardır,” demişti. Bu cümle benim düşüncelerimi çok iyi özetliyor. Evet, yaşanan günleri okumak, yazmak, öğrenmek istiyordum ama bunun duyguyla harmanlanması benim için önemliydi. Bu sebeple yüksek lisansıma Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde devam ettim.
Öykü yazma tercihinizden devam etmek istiyorum. Daha iyi bir ifade alanı mı yaratıyor sizin için mesela, daha mı net, daha mı duru ya da belki de sınırın ötesini daha iyi gösteriyordur size. Öykünün sizdeki yeri, tarifi, duygusu, düşüncesi nedir?
Etel Adnan “Müziği seviyoruz çünkü hayatta olma hissine çok yakın bir şey. O da yoğun ve gelip geçici,” diyor. Güzel öyküleri, dinlemeyi çok sevdiğim, bana yoğun duygular yaşatan ancak hemencecik biten şarkılara benzetiyorum ben de. Bir şarkıyı çok sevdiğinizde, o üç dört dakika içerisinde yaşadığınız duyguları devam ettirmek istersiniz ve bu sebeple tekrar tekrar dinlersiniz. Aynı hissi güzel öyküler de veriyor bana. İlk okuyuşumda hissettiğim duygulara tekrar kapılmak için birkaç kere daha okuduğum, okuduktan sonra sadece o öyküyü okumuş biri olmakla kalmadığım, kişisel tarihime, düşüncelerime eklenerek aklımın bir köşesinde yaşamaya hep devam eden öyküleri çok seviyorum. Bunlar sadece okur olarak aradıklarım değil, yazar olarak da ulaşmak istediklerim. Kısa ama yoğun; dakikalar içinde okunan ancak sonra size eşlik eden, defalarca okumayı istediğiniz, atmosferiyle, üslubuyla, anlattıklarıyla sizi vuran öyküler…
Rüyanın Oltasında ikinci öykü seçkiniz. Buradaki öyküleri yazmak üzere sizi masanızın başına oturtan sebepler nelerdi? Mesela tek bir tematik meseleyi odağa alarak cevaplar mısınız desem veya sizi buradaki öyküleri yazmaya iten temel duyguyu, cevabınız ne olur?
“Rüyanın Oltasında” her şey gözüme çok güzel göründüğü için var. Şu dünyada bir Nisan olma deneyimini çok sevdiğim ve bu deneyim üzerine devamlı düşündüğüm için var. İstanbul’u, özellikle de Boğaz’ı çok sevdiğim için var. Bu şehrin seyyar satıcılarını, balıkçılarını, yaya trafiği ışıklarını, çiçeklerini, sokaklarını ve çok daha fazlasını anlatmak istediğim için var. Sevdiğim tüm güzel şeyleri övmek için var. Tüm bu güzellikler bir gün sona ereceği için var. Hayatı anlatmak için kullanılan en eski metaforlardan birindeki gibi her şey “rüya” olduğu için var. O rüyaları muhafaza etmek için var…. Bir umut için var… Umudum için var ki o “umut” da kitabın sonuna doğru yerini alıyor…
Buradan hareketle şunu da sormak istiyorum: Gör İhtarı içerisindeki öykü seçkinizden farkının ne olmasını istediniz Rüyanın Oltasında içerisindeki öykülerinizin?
Farklı olmasından ziyade, “Gör İhtarı”nda ele aldığım konuları daha yoğun, kapsamlı bir şekilde işlemeyi istedim. Ölüm, fanilik ve aşk teması “Gör İhtarı”nda da vardı ancak bu kadar ön planda değildi. Örneğin, ilk kitaptaki “Çıkış Aranıyor” ilk bakışta yalnızca İstanbul öyküsü gibi durmasına karşın, şehirdeki tüm tabelalar arasında “Dikkat! Ölüm Tehlikesi” tabelalarının da farkına varan bir anlatıcının, hayata ve şehir yaşamına dair sorularıyla doluydu. Ya da “Buruşuk Kağıt Yağmuru”nda İstanbul’un en güzel gecelerinin şahidi olduğunu söyleyen ve bir yandan da bu güzel gecelerin geçici olduğunun farkına varan bir anlatıcı vardı. Bu öyküler tematik olarak “Rüyanın Oltasında”ya çok uygun. Bu açıdan bakınca “Gör İhtarı”nın devamı olarak düşünebiliriz.
“Rüyanın Oltasında”nın temel farkı ise çektiğim fotoğrafların, illüstrasyonların, bazen denemeye bazen şiire kayan yazıların öykülere eşlik etmesi. Türleri beraber kullanmak konusunda ilk kitaba nazaran daha esnek ve cesur davrandım. Ve de, zihin anlatıları yazmayı çok seviyorum. Bu kitapta anlatıcıların zihinlerini serbest bıraktım.
Öyküler iki bölümden oluşuyor: Rüyanın Oltasında, burada yedi öykü yer alıyor. İstanbul’un Yarısı; burada da beş öykü var. Öyküleri iki başlık altında bölmenizi önce kişinin kendini düşünceleri ve duyguları ekseninde keşfi, sonra yaşadığı şehri keşfi olarak düşündüm. Ve sadece rüyanın ve şehrin oltasına değil, dünyanın oltasına gelmemek mevzu bahis sanki.
Aslında kitabı “Mektup”la beraber üç bölüm şeklinde düşündüm. “Mektup” öyküsü benim için başlı başına bir bölüm; kitabı derliyor toparlıyor ve en önemlisi de “yazı” üzerine, kitabın kendisini var eden “yazı” üzerine düşünceler içeriyor.
Geçenlerde bir okur, “İlk bakışta birbirinden bağımsız ancak kitap bitince her öykü boncuk gibi dizilmiş bir manzarayı ortaya koyuyor,” yazdı. Bu ifade çok hoşuma gitti çünkü kitabı tam olarak böyle tasarlamıştım.
“Keşif” vurgunuz için çok teşekkür ederim. Gerçekten de “Rüyanın Oltasında” insanın kendisini, şehri ve dünyayı keşfini önemseyen ve bunu adım adım, heyecanına rağmen usul usul gösteren bir kitap.
İlk etaptaki öykülerde anlatıcımız sahte uyanışlar ve uyku felçlerinden mustarip. Sadece bunlardan da değil; Tanrı düşüncesi, yaratılış, yanılgı ve korkunun getirdiklerinden de mustarip. “Ölecektim ama ölene dek de düşünecektim.” Bu cümle benim nezdimde bu kitaptaki öykülerin başat cümlesi. Kitabın ilk etaptaki öykülerini bahsettiğim bu kavramlar, düşünceler, duygular odağında konuşabilir miyiz
Kitabın ikinci epigrafını Sait Faik’in “Mektup” öyküsünden seçtim: “Düşünmek; yazı düşünmekten doğdu.” “Rüyanın Oltasında” da düşünmekten doğdu ve ölene dek düşüneceğine emin olan anlatıcıları var.
Fernando Savater, “Yaşam Soruları”nda, düşünmeye başlamasını sağlayan şeyin kendi ölümünün kesinliğiyle yüz yüze gelmesi olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ölümün apaçıklığı insanı yalnızca düşünceli kılmaz, onu bir düşünüre dönüştürür.” Bu cümlelerine tamamen katılıyorum.
Hayattaki en büyük cesaretin ve bunun neticesinde gelen gücün, önce gerçekleri olduğu gibi görebilmek, daha sonrasında ise onları kabul etmek olduğuna inanıyorum. “Rüyanın Oltasında” ölümün farkında olan, onu kabullenen ve bu kabulleniş, farkındalık üzerinden kendine ve hayata yeni bir bakma biçimi inşa eden anlatıcılarla dolu. Henüz kitabın başında ölüm gerçeğini ve en önemlisi de ölümün yaşla ilgisi olmadığını çok küçük yaşta fark eden bir karakterle karşı karşıya geliyoruz. Elbette insan gerçekleri ve faniliğini bazen unutmak istiyor, bazı yanılgılara bile isteye kapılıyor. Bu sebeple kitapta aşk önemli bir yer tutuyor. “Ölümü tamamen unutarak atılan içten bir kahkaha, kocaman bir sonsuzluk yanılgısıydı aşk” ifadeleri geçiyor örneğin. Ölüm, fanilik ve tüm bunları unutturan bir duygu olarak aşkı odağına alan öyküler var birinci bölümde. Anlatıcılar “İstanbul’un Yarısı” kısmında da bu kavram üzerine düşünüyorlar ancak en yoğun olduğu yer burası.
“Rüyanın Oltasında” rüyaların absürtlüğü, kısalığı, uçuculuğu çerçevesinden gerçekliğe ve hayata da bakış atıyor. Rüyalar, sahte uyanışlar ve uyku felçleri hem somut halleriyle hem de soyut olarak işaret ettikleriyle karşımıza çıkıyor. 2020’nin nisan ayından beri düzenli olarak rüya günlüğü tutuyorum. Daha önce de başlamış ancak devamını getirememiştim. Pandemi günlerinde sabah uyanıp okula hızlıca hazırlanmam gerekmediği için rüyalarımı acele etmeden yazabiliyordum. O günden bugüne alışkanlığım haline geldi.
Freud “Rüyaların Yorumu”nda “Rüyalara ilişkin bilimsel incelememiz bunların kendi ruhsal etkinliğimizin ürünleri olduğu varsayımından yola çıkar. Yine de biten rüyalar bize yabancı bir şeymiş gibi bizi etkiler,” diyor. Burada değindiği mesele rüyalara duyduğum ilginin en önemli nedenlerinden biri. Uyurken zihnimin yeni şeyler üretmesini ve bunların beni şaşırtmasını, mutlu etmesini, üzmesini çok ilginç buluyorum. Benim için her biri -aklımda kırıntı halinde kalanı, güzel bir kısa filmi andıranı hatta rüya görmeyi delilikle bir tutanları haklı çıkaracak ölçüde saçma olanı dahil- kıymetli.
Bilim adamları “Niçin rüya görüyoruz?” gibi temel bir sorunun cevabını dahi tam veremiyorlar. Bu konuda bir sürü teori var. Hangi cevap ve cevaplar doğru olursa olsun, rüyaların insanın varoluşunu anlaması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Rüya görmeseydik, hatta rüya diye bir şey hiç olmasaydı, hayata ve kendimize bakışımız çok sığ kalırdı, buna eminim.
Diğer canlılar, balıklar, ağaçlar, merdivenler, vagonlar, çiçekler, yani şehirde gezinirken gördüğümüz her şey şiirlerin ve Gılgamış Destanı’nın da metinlerin içine sızmasıyla başka bir debi yaratıyor öyküler içerisinde. Öykülerin içine serpiştirilen şiirleri, balıkları, özellikle balıkları anlatmak isteme sebeplerinizi konuşmak isterim. Oltaya gelmiş balıklar ve rüyalar var ama şiirler, Gılgamış ve şehrin kendisi sayesinde her şey kıpır kıpır ve canlı.
Her şey kıpır kıpır ve canlı! Bu cümleniz çok mutlu etti beni, teşekkür ederim.
Kitap adını “Balıklar ve Rüyalar” öyküsünün sonundaki
“Asılı kalmıştım ben
-herkes gibi-
bir rüyanın oltasında…”
ifadelerinden aldığı için balıklardan başlamak istiyorum. Boğaziçi’nde okurken, özellikle son senelerimde, Bebek-Arnavutköy Caddesi’nde, Baltalimanı, Rumeli Hisarı, Emirgan’da çok sık yürüdüm. Vapurla karşıya geçince Çengelköy, Beylerbeyi ya da Anadolu Hisarı’nda vakit geçirdim. Adını saydığım tüm yerlerin balıkçılarını seyrettim, onlarla sohbetler ettim, oltaların ucunda kıvranan balıklarla göz göze geldim. Oltalar ve balıkçılar ilk kitabımda da yer aldılar. Fakat bu kez balıklar kitabın temel imgelerinden biri olarak belirdiler. Bazı şeylere o kadar alışıyoruz ki onlara baktığımızda alıştığımızdan daha fazlasını görmüyor, düşünmüyor ve çağrışımlara kapılmıyoruz. “Rüyanın Oltasında”, oltaların ucunda sallanan balıklara farklı bir bakış öneriyor ve onların nefes almak için kıvranışları, seslerini duyuramayışları, sudan başka bir yerde yaşayamayışları ile insan olmak arasında paralellikler kuruyor.
Kitapta fotoğraflar var çünkü şehirde gezinirken gördüğüm çoğu şeyin yitmesini istemiyor, fotoğraflıyorum. “Rüyanın Oltasında” kafamda henüz tohum halindeyken balıkçıların kovalarına doldurdukları balıkların fotoğraflarını çekiyordum. Fotoğraf, Yunanca “ışık” ve “yazı” kelimelerinin birleşiminden oluşuyor, yani “ışık yazısı” demek. Bunu fark ettiğimde çok sevinmiş ve kendimce ışık yazıları yazmak istemiştim. Özellikle gün battığında, gökyüzü kararıp da şehir evlerin, sokakların, caddelerin ışıklarıyla dolduğunda kameranın odağıyla oynar, çizgi çizgi, bulanık bulanık fotoğraflar çekerdim. Onların çok az bir kısmını bu kitaba aldım.
Ağaçlara ve çiçeklere gelince, doğa benim en büyük tutkum. Her şeyi bırakıp çiçekleri inceleyerek bile yaşayabilirim. İlhan Berk’in
“ne iş
mi yaparım
yolculuk ederim
göğe bakarım”
Diye kısacık bir şiiri var. Ben de bazen,
“ne iş
mi yaparım
yolculuk ederim
göğe bakarım
çiçekleri sever
kuşlara imrenir
öyküler yazar
sokak adları toplarım”
Diyorum kendime.
Öykülerin içine sevdiğim, tutkuyla yaptığım her şeyi yerleştiriyorum. Bahsettiğiniz “debi” ve “kıpırtı” da buradan geliyor olmalı.
Öykü yazarak mı devam edeceksiniz yoksa kafanızda gerçekleştirmek istediğiniz hikâyeleri başka türlerde yazma fikri var mı?
Öykü yazarak devam edeceğim. Kitabı oluşturan her parçayı/öyküyü sonunda bir araya getirmeyi, bütünlük kurmayı çok seviyorum.
Peşlerini bırakmayıp başka formlarda da hayat vermeyi düşündüğüm iki öyküm var. “Gör İhtarı”ndaki “Eltűnt Kuş”u senaryoya çevirmeyi çok istiyor, onun kısa film olmasının hayalini senelerdir kuruyorum. “Rüyanın Oltasında”nın “Bizegider Caddesi”ni ise tek başına, kısa ve resimli bir kitap haline getirmeyi düşünüyorum.
Hangi ülke edebiyatını daha çok seviyorsunuz ve bu anlamda başucu kitaplarınız hangileri? Çağdaş edebiyatta sizi en çok besleyen yazarlar kimler?
Daha çok Türk Edebiyatı okuyorum. “Aylak Adam” en beğendiğim romanlardan biri. Hem “Gör İhtarı”ndaki öykülerden birine ilham verdi hem de “…kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim,” cümleleri İstanbul’un güzel sokak adlarını toplarken mottom oldu.
Sait Faik’in ve Nezihe Meriç’in tüm öyküleri, Selçuk Baran’ın “Haziran”ı hep masamın üstünde durur. Refik Halit Karay’ın denemelerini hiç sıkılmadan defalarca okurum. Tanpınar’ın “Huzur”u, Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık”ı da olmazsa olmazlarımdan. “Rüyanın Oltasında”nın “İstanbul’un Yarısı” kısmında alıntı yaptığım Malik Aksel’in İstanbul ve sanat konulu yazılarını ise yeni keşfettim, çok sevdim.
Selim İleri’nin İstanbul ve yemek üzerine denemeleri benim için çok kıymetlidir. Hatta “Rüya Gören Kum Saatleri”nde bahsettiğim menekşeli şeker tutkum, onun “Menekşeli Bonbonlar” yazısıyla seneler önce, o şekerleri hiç yemeden, kokulu kır menekşelerini görmeden başlamıştı. (Hatta bir gün bu konuda bir yazı yazmayı düşünüyorum.)
Dino Buzzati’nin, Giovanni Papini’nin ve Italo Calvino’nun öykülerini çok seviyorum; sanırım İtalyan edebiyatının öyküleri bana hitap ediyor. Papini’nin “Kaçan Ayna”sı senelerdir başucumda.
Pascal Mercier’in “Lizbon’a Gece Treni” okumaktan yıprattığım bir kitap. Aklıma çokça gelir, ondan alıntılar yaparım. Ve de başucumda bitkilere dair bir kitap mutlaka vardır, birini okurum, bir diğeri gelir. Binbir Gece Masalları’na da çok sık dönerim.
Şu sıralar halk edebiyatıyla ilgilendiğim için okumalarım da bu yönde. Bu soruları cevaplarken “Tıflî Hikâyeleri” yanımda, okunmayı bekliyor.
edebiyathaber.net (8 Haziran 2024)