Söyleşi: Serkan Parlak
Makale ve öyküleri Cumhuriyet Bilim Teknik, Notos, N’den, Ihlamur dergilerinde ve Oggito’da yayımlanan, 2019 yılında Bursa’da Nezihe Meriç adına düzenlenen öykü yarışmasında mansiyon ödülüne değer görülen Nurhan Şahinkaya’nın ilk öykü kitabı Bir Yerden Kırılır geçtiğimiz günlerde Notos Kitap etiketiyle okurla buluştu. Şahinkaya ile ilk kitabının ortaya çıkış süreci, ilham kaynakları, öykülerinin temel bileşenleri ve günümüz öyküsü hakkında konuştuk.
Nurhan Hanım; dergiler, atölyeler derken ilk öykü kitabınız “Bir Yerden Kırılır” geçtiğimiz günlerde Notos Kitap etiketiyle okurla buluştu. Kurmaca türlerle olan ilişkiniz, yazma serüveniniz ve ilk kitabınızın ortaya çıkış sürecini sizden dinleyelim.
Çocuk yaşlarından beri bulduğu her boşluğa bir şeyler yazarken bilinçli olarak yazının büyüsüne ne zaman kapıldım. Sanırım üniversite yıllarıydı. Tam da insanın kimlik aradığı zamanlar. Duygusal yanım baştan ayağa sanatla hemhal olma üstüne kurgular yaparken, gerçekçi yanım yaşamın zorluklarına karşı zırhlar üretiyordu. Sonunda ikisi de kazanamadı. Biraz esnediler. Öyleyse sanat da olsun, iş de deyip el sıkıştılar.
Gelelim edebiyata yakınlaşma kısmına. Çocukluk yılları gözümün önünde. Gece yüzlerine kitap düşerek uyuyan anne, baba. İnsan böyle ebeveynlerle büyüyünce kitaplar baş tacı oluyor haliyle. Okumaların sayısı arttıkça, özellikle yaş aldıkça fark ettim ki, okuduğum her güzel şey içimde yazma isteği oluşturuyor. Daha sonra buna izlediğim güzel filmler katıldı, sonra güzel müzikler. Fark ettim ki, bende duygu uyandıran her şey yazma hevesimi körüklüyor.
Bu yol uzun bir süreç. Yazmaya heveslendiğim ilk yıllarda daha çok makale ve deneme yazıyordum. Has edebiyatla ilk tanışmam 2005 yılında katıldığım öykü ve yazın atölyesiyle oldu. Burası beş yıl devam etti. Sonra yolum Notos Atölye ile kesişti. Böylece okuma ve yazma sürecim hız kazandı. Öykülerim bazıları dergilerde yayımlandıkça yazma cesaretim daha da arttı. Bir de ödül geldi. Bu süreç kulağıma, yürümeye çalıştığım yolun doğru olduğunu fısıldıyordu. Derken metinler birikti, birikti sonunda bir kitap dosyası oluştu.
Yazma serüvenimin ilk yıllarında yayımlanan bir öykü, bir de roman dosyam var. Dönüp baktığımda üstünde tekrar çalışmak istediğim noktalar taşıyor bu dosyalar. O nedenle Bir Yerden Kırılır’ı ilk kitabım kabul ediyorum. Bu sayede tecrübe ettiğim çok önemli nokta, yayınevi. İyi yayınevi iyi kitaplar yayımlıyor. Yazdıklarınız iyi olsa bile, yayınevi iyi değilse arada kaynayıp gidiyor. Bu tecrübeden sonra, bu öykü dosyasını yayımlamak için acele etmedim. Sürekli okumaya ve yazmaya devam ettim. Semih Hoca (Semih Gümüş) bir öykümü Notos Dergi’de yayımladıktan sonra bir ileti yazmıştı bana. Sakın bırakma, bırakırsan düşersin, demişti. Zaten tutkuyla devam ettiğim yazma yolculuğu, bu hevesle sürdü, gitti. Neredeyse beş yıldır biriken öyküler içinden seçtiklerim bu dosyayı oluşturdu. Yazdığımdan çok daha fazla elediğim var. Kötü yazarlar metinlerine kıyamaz, kötü metinler yazarlarına kıyarmış. Onun için her öyküyü epeyce ince bir elekten geçiriyorum. Öykülerimde güçlü bir hikâye olsun istiyorum. Sonra bunu iyi bir dille anlatmak, sonunda unutulmaz iz bırakacak sarsıcı duygular oluşturmak istiyorum. Temelde bu noktadan hareketle oluşturduğum dosya, içime sinen şekle gelince de Notos’ta yayımlanma şansı buldu. Aklım hep bu yayınevindeydi. Butik ve çok iyi kitapların çıktığı, dergisini baş tacı ettiğim yayınevi. Mutlu ve gururluyum.
Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da öyküleriniz için ilham kaynaklarınız neler? Bu soruyla ilişkili olarak şunu da sormak isterim, öykülerinizin taslaklarını nasıl oluşturuyorsunuz?
Genel geçer yargılara bakarsak, edebiyatla uğraşanlar için biraz avare, biraz da bohem bir hayat biçiliyor. İlhamla çalışan, sonunda yeteneğinin getirilerini yiyen kişiler bunlar. Öyle düşünülüyor. Oysa bana göre yetenek ancak çalışmakla ortaya çıkıyor. İlhamın durduk yere geldiğine inananlardan değilim. İlham gelmez, ilhama gidilir bence. Peki ben ilhama nasıl gidiyorum. Bir kere yazmaya niyetlendiğim tema aklımın hep bir köşesinde. O nedenle yaşadığım hayata gözümü dört açıyorum. Çoğu hayatın içinden çıkıyor. Bazen de okuduklarım tetikliyor beni. Bizden önce yazılanlar, öteki yazarlar. Bu çok büyük bir kabul noktası. Mesnevi olmasaydı Hüsn ü Aşk olmayacaktı mesela. Zaten doğadaki her şey birbirini etkilemiyor, daha önemlisi, birbirinden doğmuyor mu?
Atölye çalışmaları beni çok tetikliyor. Usta, çırak, tezgâh, enerji, üretim. Orada her şey var. Fotoğraf ve sinema da önemli kaynaklar. Zamanında fotoğrafçılık, felsefe ve sinema dersleri almıştım. Sinema derslerine hâlâ devam ediyorum.
Okumak ve yazmak hayatımın çok önemli bir yerinde duruyor. Haftada dört, beş gün mutlaka yazarım. Az veya çok. Bir ölçü koymuyorum. Dönüp baktığımda iyi ki bu disiplini kendime katmışım diyorum. Zira yazılanların epey bir kısmı eleniyor. Üstüne düşündükçe, okudukça, yazdıkça iyi şeyler ancak zamanla ortaya çıkıyor. Rilke, Duino Ağıtları’nı on yılda yazmış. Bir dize yazabilmek için kıvranıp dururmuş. Balzac günde mutlaka elli sayfa yazarmış. Tamamlayamazsa, döner yazdıklarını bir kez daha yazarmış. Tolstoy, Savaş ve Barış’ı yedi yılda yazmış. Dizgide bile değiştirmeye devam etmiş. Demek ki yazı üstüne çalışmak hem de çok çalışmak gerekiyor. Hem biz onlardan daha iyi bilecek değiliz ya.
Rollo May, Yaratma Cesareti’nde, havuza atlamak isteyen yüzücü nasıl vücudunu denetim altına alırsa, sanatçıda da kendini böyle bir disipline almalı, demiş. Buna yürekten inanıyorum. Bu konuda polislik yapacak ya da büyük cümleler kurup nasihat verecek durumda değilim elbette. Ama benim tavrım böyle. Tutkulu ve çalışkan. Kendi edebiyat anlayışım için bunu söyleyebilirim.
Öykü taslaklarını nasıl oluşturduğuma gelince, benim için öyküye hazırlık aşaması yazmaktan daha zor olan kısım. Kafamda belirlediğim bir tema var. Şimdiye kadar yazdığım bütün yazılarda, neden yazmak istiyorum ve neyi anlatmak istiyorum, sorularının karşılığı bu. Bunu açığa çıkarabilecek hani o meşhur ilham dediğimiz türlü tetikçilere gidiyorum.
Diyelim bir imge beni heyecanlandırdı, bunu nasıl yazacağım diye sorarım kendime. Hemen yazmaya başlamam. Kafamda bir hikâye kurarım. Genellikle sonu bellidir. Hikâyeyi anlatmaya nasıl başlayacağım, karakteri nasıl canlı kılacağım, merak unsurunu nasıl koruyacağım, elimdeki hikâyeyi nasıl öykü haline getireceğim, ona karar veririm. Elbette bu zaman alır.
Nasıl anlatacağım, anlatıcı kim olacak? Anlatıcı kim olacaksa dili ona göre kurmayı önemserim. Genellikle bir oturuşta yazamam.
Bir olay örgüsü olması benim için önemlidir. Sadece bedensel değil, zihinsel hareket de. Çoğu zaman ikisi birlikte. Olan biteni ortaya koyarken, klişe belki ama anlatmak değil göstermek tercihimdir. Sahneler canlı oldukça, kurmak istediğim öykü de canlanır çünkü.
Anlattığım karaktere ve olaya göre sözcük seçmeye, sözcükteki seslere önem veririm. Cümle dizilimine, zaman ve mekân geçişlerine dikkat ederim. Yazdıklarımı sesli okurum, mümkünse başkasına sesli okutup, dinlerim. Sesin akışını yakalamaya çalışırım.
Karakterin yerine konuşmam, ona slogan attırmam, ona nutuk çektirmem. Egomun karakterin önüne geçip satırlara sızmasına izin vermem.
Derinlikli öyküler okumayı severim, öyle de yazmak isterim. Bunun üstüne çalışırım. Bir top kumaşı metre metre açar gibi açılmalı öykü. Merak unsuru hep korunmalı. Öyle yapmaya çalışırım. Duygu konusunu önemserim, okuma bitince önceden belirlediğim ana duyguyu okuyucuya hissettirmek isterim.
Sonlar önemli. Cortazar ne demiş, roman sayıyla kazanır, öykü nakavtla. Yeterince olgunlaşmış bir son yazmak isterim.
Böylece malzemeyi inşaat alanına döktüm demektir. Ama olmuş mu? Eksikleri neler? Bu soruyu sorarım mutlaka. Önce, eğer ikna edebilirsem oğluma okuturum. Onun iyi okur olması ve analitik yaklaşımı çok işime yarar. Daha sonra atölye arkadaşlarımın ve hocamın görüşlerini alırım.
Taslak bittikten sonra birkaç hafta kenarda tutarım. Çünkü henüz biten bir öyküde zihnim hâlâ o kurmaca dünyasındadır. Üstünden zaman geçince daha objektif bir bakış açısı kazanır. Sonra tekrar önüme alır, yavaş yavaş yeniden okurum. İşçiliği önemserim, hem de çok. Ayakları yere basan bir aklın, niteliği epey değiştirdiğini düşünüyorum.
Öykülerinizde öne çıkan izlek olarak ilişkilerden hareketle elinizdeki malzemeyi kurgu için yeniden üretip dönüştürürken nasıl bir süreç işliyor; mekânlar, atmosfer, diyaloglar ve özellikle öykü kişileri söz konusu olduğunda.
Elbette temel izlek şart. Bu dosya için belirlediğim izlek şudur. Hayatımızda ve özellikle ülkemizde sarsıcı olaylar eksik olmuyor. İhtilaller, eylemler, depremler, askerlik, göçmenlik, patolojik ebeveyn tutumu, ayrılık, hastalık, ölüm. Bunları yaşayan kişilerin, yeni şekillenen yaşamlarındaki sıkışmışlığı, savruluşu ve çaresizliğin içinde çırpınışı. Yapmak istediğim bu olayları doğrudan anlatmak değil, kişilerin hayatına yansıyan sonuçları ortaya koymak.
Gelelim sürecin işleyişine. Doğrudan sorunuza geçip kısa başlıklar halinde yapmaya çalıştıklarımdan bahsedeyim.
Bence yazarlık güçlü bir empati yeteneğidir. Ruhumuz öykü karakterlerine bürünüp aynı onlar gibi yaşarsa, onlar gibi hissederse, sonunda iyi yazılar çıkar. Empati her şeyin başı. Karakterler ben değil, benim sözcüm değil. Bunu iyice kavradıktan sonra onları özgür bırakmayı seçerim. Önce hayal ettiğim hikâyenin içine yerleşirler. Bundan sonra onların diliyle konuşmak ve onlar gibi davranmak gerekir. İlk iş onların sesini yakalamak.
Hikâyenin mekânı ve zamanı karakterin özelliklerini, kuracağımız çatışmayı besler. Karakterle ve olayla bağı var mı? Bence bu soruyu sık sık sormak lazım. Aklıma burada hemen bir örnek vermek geldi ama baktım anlatacaklarım uzuyor… Mekân ve zaman geçişleri özellikle önemli. Köprüyü kurarken tahtaları eksik bırakmamak lazım.
Atmosferden de bahsetmemi istemişsiniz. Seçilen mekân ve olay yoluyla zaten atmosfere adım atılıyor. Eylemler, semboller ve nesneler atmosferin köşe taşları. Kullanılan dil de öyle. İlk cümleden son cümleye verilebilirse en iyisi.
Diyalogları nasıl belirlediğime gelince. Öykülerdeki kişiler konuşur, tartışır, fısıldar. Bunların bir nedeni olmalı bence. Diyaloglar ya olayla ilgili ya da karakterle ilgili bir şeyler söylemelidir bize. Buna dikkat ederim. Benim karakterlerim konuşurken ara verir. Hiç aralıksız, koskoca bir paragraf konuşmaz. Uzun bir konuşma yapacaksa bile mutlaka jestler, zihinden geçenler araya girer. Konuşurken kendi eğitimine, cinsiyetine, yaşına göre bir üslup seçerler. Birbirlerinden farklı konuşurlar. Bir de yabancı bir film izliyormuş ya da çeviri bir metin okuyormuş hissi veren konuşmalar yapmazlar.
Aklımdaki şema, tertemiz bir dille, hikâyenin içine gizlenmiş, çok güçlü duygusu ve düşüncesi olan öyküler. Doğrudan anlatarak değil elbette, sonunda okurda bunu oluşturarak.
Öykülerinizin dil ve anlatımına nasıl çalışıyorsunuz?
Her şeyden önce iyi bir dil bilgisi önemli. Çünkü temel yapı fiziksel. Noktalama imlerinin, zaman kiplerinin doğru kullanımını önemsiyorum. Ursula Le Guin, virgüllere milletvekillerinden daha çok saygı duyuyorum, demiş. Hem gülümsetici hem düşündürücü. Elbette bağlaç, sıfat ve zarfların doğru kullanımı da iyi düşünmek gerekiyor.
Yazı dilini kurarken, atmosfer, duygu ve karakter neyi gerektiriyorsa öyle bir dil seçmeye gayret ediyorum.
Gelelim dil konusunda en başından beri üstüne titrediğim noktaya. Ritm ve ses. Yerli yerinde kullanılan uzunlu kısalı cümleler, cümle ve paragraf geçişleri. Özellikle ses. Kırılgan bir sahneyse yumuşak sessizler, sert bir çığlıksa sert sessizler mesela. Anlatının içeriğine göre sesleri seçmek. Şimdi devam edersem uzayıp gidecek. En iyisi burada durmak.
Anlatım konusu da sorularınız arasında. Peki buna nasıl çalışıyorum. Yazmaya oturmadan önce hemen bir şiir okurum. Bir iki şiir kitabı masamın köşesinde durur. Anlatıcıyı etraflıca düşünürüm. Genellikle seçtiğim hikâyeye göre anlatıcıyı belirlerim. Karakterin sesini yakalamaya çok kafa yorarım. Empati önemli demiştim. Sanki karakterin içine girip onunla yaşar gibi. Ancak böyle yakalayabiliyorum o sesi.
Daha çok yaşayan hikâyeler olsun isterim, arada yazar hissedilmesin, her şey olduğu gibi akıp gitsin.
Nurhan Hanım; sizce romanda, öyküde, şiirde döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu, son dönemde ilişkiler, kadınlık ve erkeklik durumları, geçmişle hesaplaşma, aile ve bireysel yabancılaşma mesela?
Herhangi bir sanat eserini o günün sosyolojik olaylarından bağımsız düşünmek zor. Toplum içinde bireyler nasıl yaşıyorsa, düşünsel ve maddi sonuçlar ona göre beliriyor. Örneğin İkinci dünya savaşından sonra içe kapanan, parçalanan toplumlar, sonunda sanat dallarında postmodern akımları ortaya çıkardı. Tabii edebiyat da bundan nasibini aldı. Zaten edebiyatı hayatın temsili olarak görenlerdenim.
Walter Benjamin bir makalesinde, edebiyat sanatının halesini, zaman ve mekân içindeki buradalığı olarak tanımlıyor. Sorunuzla ilişkilendirmek için söylediğim bu sözü biraz açayım. Benjamin’in de söylediği, yaşanan neyse edebiyat da o. Demek ki günümüzde yaşananlara bakacağız. Benim gördüğüm, globalleşme kültürüyle birlikte tetiklenen çeşitlilik azalması, hatta aynılaşma. Bunun edebiyata yansıması da sembolleşme. Peki nedir bu semboller. Gene gördüklerimden yola çıkacağım. Kaos, parçalanma, yalnızlık, anlamsızlık, huzursuzluk, şiddet üretme, yorgunluk, yoğun içe kapanış. Sonuçta akıl karışıklığı baskın unsur haline geliyor. Edebiyat hayata bakar demiştik. Bakıyor ve bunları söylüyor bence.
Kitaplar, dergiler, dijital mecralar, sosyal medya, filmler… Yazarların, yayıncılığın ve okur kitlesinin geldiği son noktayı da göz önünde bulundurarak sizin hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde öykü türünün bugününü ve gelecekte neler olabileceğini değerlendirmenizi istesem…
Globalleşen dünyada ülkemizi öbür ülkelerden ayrı tutmak pek mümkün değil. Genel hız eğilimi dünyayı sardı. Hız ve hızlı tüketim. Bununla birlikte öykünün kısa yapısı gene de en çok okunan tür olmasını sağlamıyor. Ne kadar artış gösterse de öykü kitapları romanların hâlâ çok gerisinde.
Üstünde epey kafa yorduğum konu, geleceğin edebiyat eserleri nasıl olacak. Edebiyatın ve tabii ki öykünün geleceğinde neler farklılaşacak. Nihayetinde edebiyat sadece hayatı anlatmıyor, aynı zamanda hayatı da öngörüyor.
Herkes değişen dünya düzeninden söz ediyor. Düşününce, ekolojik ve siyasi distopyalar, yüksek teknoloji ürünleri, değişen zaman ve mekân kavramları önümüzde duruyor. Bunlar edebiyatı nasıl etkileyecek. Kare kodlar, hareketli görseller, değişen linklerle okunan kitaplar mümkün olabilir. Çünkü hız tek ideoloji. Bütün ideolojileri içine aldı neredeyse. Buradan bakınca öykü, kısa yapısı ve hızlı tüketimiyle, kendine daha fazla alan açar mı? Belki ama tek koşul, kısa olacak, içi boşalacak, kompakt olmayacak.
Yeni neslin hızdan ve kötücül karakterlerden beslendiği çok açık. Bunu görüyoruz. Peki ne yapmak gerekir. Bence, hızı yavaşlatmak üstüne çalışmayan, kötücül karakterlere karşı atipik karakterler üretmek için uğraşmayan bir yazarın, hümanist mirasa katkısı olamaz. Dileğim, rafine ama olabildiğince yavaş okunan, çok katmanlı, sonunda okurda derin düşüncelerin ve hümanist duyguların oluşacağı öykülerin alıp yürümesi.
Bu konuyu, Tolstoy’un Çehov için söylediği ama genele yayılmış bir sözüyle bitirmek istiyorum. Bazı söylemler bir dönem içindir, bazı söylemler bir yazarın yazara güzellemesi, bir kısmı, hatta çok azı bütün bir gelecek içindir.
Son olarak sizi çok etkileyen bazı öyküleri sormak istiyorum.
Onca sevdiğim öykü içinden seçim yapmak güç. Ama madem sordunuz, duygusuyla hiç içimden çıkmayanları söyleyeyim.
Ernesto’nun Annesi (A. Castillo)
Hafifletici Nedenler (Joyce Carol Oates)
Elli Yıllık Kış (Sara Baume)
Kırmızı Balon (David Konstantine)
Fehime (Ayfer Tunç)
edebiyathaber.net (25 Ekim 2022)