Söyleşi: Can Öktemer
Nurşen Şenol Güllüoğlu’nun ‘Mutfağın Hatıra Defteri’ isimli kitabı geçtiğimiz günlerde Ayizi Yayınları tarafından yayınlandı. Nurşen Şenol Güllüoğlu, son kitabında hafıza ve mutfak ilişkisini küçük bir kızın gözünden anlatıyor. Mutfağın Hatıra Defteri, “herkesin herkesle dost olduğu”, dar ve sabit gelirli olmanın insanı “yoksul” kılmadığı bir dönemin Ankara’sını resmediyor aynı zamanda. Bununla beraber Nurşen Şenol Güllüoğlu, anlattığı her hikayeyi yemek tarifleriyle zenginleştirmiş. Kendisiyle son kitabı, hafıza ve mutfak ilişkisini, dönemin Ankara’sını konuştuk.
Klasik bir soruyla başlayalım dilersiniz. Mutfağın Hatıra Defteri isimli kitabınız geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
Kitapta yer alan metinleri çok yıllar önce küçük notlar halinde bir dosyada toplamıştım. Aklımda kitaba dönüştürmek gibi bir fikir yoktu. Amacım giderek değişen toplum yapısında kaybolan bazı değerlerin en azından yazı aracılığıyla yaşanır kılınması ve ilerde çocuklar-torunlar tarafından okunur olmasıydı. Güzel bir çocukluk geçirdim; neşeli, eğlenceli, doğayla iç içe, çok arkadaşlı, tam bir mahalle ortamında. Anılarım benimle birlikte yok olmasın, bir yerlerde kalsın istiyordum. Uzun zaman müsvedde olarak, zaman zaman üzerinde çalışarak demlendi diyeyim. O sırada bir blog açtım”Leylak Dalı” adıyla. Zamanla blogda paylaştığım bazı çocukluk anılarım takipçilerim tarafından sevilerek okununca elimde mevcut metinleri kitaba dönüştürebileceğim fikri gelişti. Metinler üzerinde defalarca değişiklik yaptım, yeniden yazdım, ilaveler yaptım, yıllar içinde yazma tarzımdaki farklılıklar metinlere de yansıdı ve son haline geldi. Yayınevim “Ayizi”nden de olur alınca beklenmedik bir şekilde kitaba dönüştü.
Kitabınızda, karşımıza çıkan her öykü hatırlamak ve mutfakla ilgili. Yemek ve hafıza arasında ilişki edebiyat tarihinde de sıklıkla karşımıza çıkar; mesela Proust’un Kayıp Zamanın İzinde kitabında da hatırlama yemekle başlar… Bu bağlamda mutfak ve hafıza ilişkisini siz nasıl yorumlarsınız?
Yemeğe düşkün ve iştahlı bir ailede büyüdüm, ilginçtir ki çok iştahsız bir çocuktum. Uzun süre annem bana bir şeyler yedirebilmek için kıvrandı. Yemek yemeyi sevmesem de o yemeklerin hazırlanma süreci ve mutfak kültürü ta çocuk yaşlarımda ilgimi çekerdi. Çekirdek aileydik aslında, uzun süre kardeşim bile yoktu ama sık sık bir araya gelen akrabalar topluluğuyduk ve hemen hemen hepsinin-başta anneannem olmak üzere-mutfakla ve yemekle ilişkisi hayli fazlaydı, lokantası olan bir aşçı dayı bile vardı. Genelde yemek masalarında buluşulurdu ve hep güzel zamanlara denk gelirdi bu buluşmalar. Herkesin bir yemekle bağlantısı, anısı vardı. Ben olayı hatırlamasam da henüz yeni yürümeye başladığım zamanlarda zeytine olan düşkünlüğüm ve babamın bahçeye attığı keçi gübrelerini zeytin sanıp yemem yıllarca aile sofralarında anlatıldı. Anneannemin kendi uydurduğu ve durmadan tekrarladığı mutfak ve yemekle ilgili özlü sözleri vardı, “Öğünden giden ömürden gider”, “Yenmeyecekse icat olmazdı” gibi. Babam en az annem ve anneannem kadar, hatta onlardan bile fazla sofistike yemeklere ve sofra düzenine düşkün bir adamdı. Kitapta da anlattım, bayram şekerinden turşuya kadar kendi eliyle yaptığı bir sürü yiyecek olurdu. Hâl böyle olunca ister istemez daha aklınız ermeden bile o kokular, tatlar birlikte geçirilmiş güzel zamanların anısı olarak hafıza çekmecenizde birikiyor. Ve aynı ya da benzer bir kokuyu, tadı algıladığınızda otomatikman saklandığı yerden çıkıp geliveriyor. Yemek yemek insanın doğduğu günden ölümüne kadar sürekli tekrarlanan bir eylem, insanı mutlu eden bir eylem, hele yaş ilerleyip, insanın çeşitli melekeleri kaybolmaya, hobilerini gerçekleştirecek gücü bulamamaya başladığında kendini avutacak tek şey yemek oluyor. Bütün bir ömre sığan ve insana haz veren bir faaliyetin arka planı olan mutfak da ister istemez hafızaya nakşoluyor.
Yemek tarifleri, kitabın önemli bir kısmını oluşturuyor. Yemekle ve yemek yapmakla ilişkinizi nasıl tarif edersiniz?
Yemek yapmaktan ziyade yemek kültürü ve yemeğin sunumu beni daha çok çeker. Bu yemek yapamadığım ya da yapmadığım anlamına gelmez tabii ki, aslında oldukça da güzel yemek yaparım. İlk gençlik yıllarımda daha meraklıydım pişirmeye, değişik tarifler denemeye. Zamanla çalışma ve evlilik hayatı içinde, vakitsizlik ve yorgunlukla keyiften ziyade zorunluluk haline dönüşünce zaman zaman angarya olarak nitelediğim, geçiştirdiğim de oldu. Kitapta yer alan yemek tariflerinin hemen hemen hepsi kendimin de yaptığı yemekler, bazıları daha sık, bazıları belki tek bir kez. Birkaç tanesi de anneannem ve annemin tarifleri, benim pek denemediğim şeyler. Zaten çoğu hemen herkesin bilip yaptığı reçeteler. Dedim ya beni pişirmekten ziyade göze hoş gelecek bir şekilde sunmak daha çok ilgilendirir.
Nostalji son yıllarda sıklıkla işittiğimiz kelimelerden. Şimdinin yaratmış olduğu belirsizliklerden sürekli geçmişin huzur verici imgelerine dönüyoruz sanki. Sizin kitabınızda da çocukluğa ve geçmişe dair bir özlem var sanki… Siz son zamanlardaki nostalji algısı için ne söylemek istersiniz?
Benzer şeyler söyleyeceğim. Gündem o kadar zorlu ve yorucu ki hayalen de olsa o tasasız günlere kaçmak bir parça rahatlatıyor insanı. Değerlerin giderek içinin boşaldığı, dostlukların anlamını yitirdiği, ikiyüzlülüğün samimiyetin yerini aldığı, güven duygusunun kaybolduğu, insanlara şüpheyle yaklaşıldığı zamanları yaşıyoruz. Çocukluğu özlemekten daha doğal ne olabilir.
Kitabınızda hikâyesine şahit olduğumuz aile orta sınıftan, biraz ekonomik sıkıntılar yaşıyor. Dolayısıyla eve her gıdanın alınamadığını görüyoruz. Bununla beraber gerek komşuların gerekse de diğer mahalle sakinleri arasında da ekonomik olarak büyük uçurumlar olmadığını görüyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendirirsiniz? O dönem için ekonomik sıkıntıların mutfağa yansıması nasıl olmuştur?
Evet, tipik orta halli bir memur ailesiydik ama etrafımızdaki hemen herkes de öyleydi. Özeneceğimiz, aramızda uçurumlar olan pek kimse yoktu. Belki TV’ye sahip bir aile, belki 24 daireli apartmanda arabası olan 2 baba ya da yakınlarından biri Almanya’da çalıştığı için oradan getirilmiş oyuncak bebeğe sahip bir arkadaş, buydu maddi anlamda farkımız. Yaşadığımız apartman 4 blokluk bir sitede yer alıyordu. 1957 yılında, Ankara’daki büyük Hatip Çayı taşkınında evleri sel yüzünden yıkılan ailelere uzun vade ve düşük taksitlerle tahsis edilmiş bir siteydi burası. Biz kiracıydık ama çoğu aile mal sahibiydi. Haliyle benzer ekonomik koşullardan, benzer muhitlerden gelmiş insanlardı. Zaten o yılların Yenimahalle’si yeni kurulan ve genellikle memur ailelerinin oturduğu bir semtti. Ekonomik anlamda eşitlik biraz da bundan kaynaklanıyordu. Arsalar memurlara hesaplı fiyatlarla ve taksitlerle sunulmuş ve pek çok kişi kendi evini kendi yaptırmıştı. Gerçek anlamda mahalle özelliği taşıyan, tek ya da iki katlı, bahçe içindeki evleriyle şahane bir yeni yerleşim yeriydi. Ne yazık artık tanınmaz durumda.
Ekonomik durum aslında çok fazla mutfağa yansımazdı. 250 gram kıymayla mucizeler yaratıp bir hafta sofraya yemek çıkaran annelerimiz vardı, bizler de kanaatkârdık sanırım. Günümüzdeki gibi insanın aklını çelen çeşit çeşit tüketim malzemeleri yoktu ayrıca, taş çatlasa 2-3 çeşit çikolata, gazoz, bisküvi baştan çıkarabilirdi çocuk nefsimizi. Bir de muz tabii ki, kitapta da bahsettim, en zor alınan, evlere yalnızca aybaşlarında maaş zamanı giren bir meyveydi, haliyle de kıymetliydi, annem paylaştırırdı. Şöyle bir anım var, kitapta yer almamıştı. Teğmen bir komşumuz vardı, yeni evli, 1-1,5 yaşlarında küçük bir oğlu olan, çok nüktedan, müthiş karizmatik bir adam. Borç-harç evlendiği için sürekli para sıkıntısı çekerdi. Bir gün küçük oğlan ateşlenir, iştahı kapanır, ne verseler yemez. Adamcağız belki bunu sever diye arkadaşından borç alıp bir kilo muz alır. Sonrasını babama ağlayarak anlatmıştı: “Muzu soydum, uzattım, korktu abi çocuk”. Bana dünyanın en hüzünlü kısa öykülerinden biri gibi gelir bu.
Mutfağın Hatıra Defteri’nin gizli kahramanlardan biri de Ankara olsa gerek… Ankara’ya sıklıkla atfedilen sıkıcılık veya grilik imgelerin tam aksine renkli, eğlenceli bir kent tasviri var. O dönemin Ankara’sı nasıldı?
Yaşamımım neredeyse üçte biri bilfiil Ankara’da geçti. Sonrasında ise yaz tatillerimde ve fırsat bulduğum her anda oraya koştum, bağımı hiç koparmadım. Evlenip Antalya gibi dünyanın en güzel şehirlerinden birine yerleştiğimde bile gönlüm Ankara’da kaldı uzun zaman, günün birinde hep oraya dönmeyi düşledim. Gel gör ki şimdi o Ankara yok, büyük bir kasabaya benzeyen bir başkente sahibiz ve ben artık orada yaşayamayacağımı düşünüyorum. Üniversiteye başlayana kadar yaşadığım Yenimahalle zaten Ankara’dan bağımsız, tertemiz havalı, bahçe içi minyatür evleri, baharda duvarlardan sarkan leylakları, hanımelleri, iğde kokuları ile başka bir şehir gibiydi. Buğday tarlalarının arasından geçerek Atatürk Orman Çiftliği’ne yürür, piknik yapar, evin etrafındaki kocaman arsalarda oynardık. Kızılay ya da Ulus’a gitmek “şehre inmek” diye tabir edilirdi. Kaldı ki Ulus ve Kızılay bile çok güzeldi. Bulvarda çınarlardaki güvercinlerin dışkılarından kafamızı sakınarak yürür, yol boyunca güzelim yapılarıyla gönül çelen binaların içindeki pasajlardan alışveriş yapardık. Şehir daha yeşildi, daha sakindi, insanlar kurallara uyardı, birbirine saygılıydı. Kumrular sokaktaki devasa çınarlar, Saraçoğlu evlerinin alçakgönüllü güzelliği, Gençlik Parkı’nın insanı saran, neşelendiren havası, Ulus’taki erken Cumhuriyet dönemi yapılarının kunt, kişilikli görüntüsü, eski Kızılay binasının mücevhere benzeyen eşsiz yapısı, hepsi ayrı ayrı renk katardı Ankara’ya. Şimdi devasa ve çirkin bir şantiye, gönül çelecek anılardan başka bir şey kalmadı, ki o anılar da birer birer yok edilip sadece belleğimizde ve eski fotoğraflarda kalıyor.
Kitap boyunca bizleri herkesin birbirini tanıdığı, büyük sofralarda yemeklerin yendiği ve sıkı komşuluk ilişkilerinin olduğu neredeyse Ertem Eğilmez filmlerini hatırlatan bir atmosfere götürüyorsunuz bizleri. O dönemin dostluk ve komşuluk ilişkilerini nasıl tarif edersiniz? Bugün etrafı çevrili, güvenlik önlemlerinin üst seviyede olduğu sitelerde yaşıyoruz. Klasik olacak ama bugünün komşuluk ilişkilerini nasıl buluyorsunuz?
O dönemin dostluk ve komşuluk ilişkilerini tarif etmek çok zor, çünkü artık günümüzde, hele de büyük şehirlerde karşılığı yok. Biz adeta bir komün hayatı yaşadık çocukluğumun geçtiği sitede. Karnın acıktığı zaman apartmandaki pek çok evin kapısını çalıp yiyecek bir şey isteyebilirdin, komşu teyzeler kendi çocuklarını bulamadığında rahatlıkla seni bakkala, manava yollayabilirlerdi. İtiraz etmek aklımızın ucundan bile geçmezdi. Biz herkesin çocuğu, herkes bizim ailemiz gibiydi. Her katta aynı balkona açılan 6 dairenin olduğu, 4 katlı, 24 haneli bir apartmandı yaşadığımız yer. Yatak odaları ve mutfakların pencereleri göz hizasındaydı ve bu balkon üzerindeydi. Haliyle kamuya açık bir hayat yaşanırdı neredeyse. Yazları sokak kapıları ardına kadar açık bırakılırdı ki komşular istediği gibi girip çıksın, kışları ise soğuktan kapatılır ama anahtarlar üstünde dururdu. Kendi evimiz gibi açar girerdik. Şu yaşımda kabul edeceğim bir şey değil aslında, eminim ki şimdi orada yaşasam ben de kapısı yazın kapalı, kışın anahtarsız duran birkaç daireden biri olurdum, zira mahremiyet çok güçtü. Ama çocuk yaşımla hiç tuhaf gelmezdi o yıllarda, bırakın beni ailelerimize de tuhaf gelmezdi ki bu derece yakınlık oluşturulmuştu. Birlikte yenen ortak yemekler, birlikte gidilen tatiller, piknikler, gezmeler, daha ne beraberlikler. Ölüm de, yaşam da paylaşılırdı. Üniversiteye başladığım yıl başka bir semtteki kendi evimize taşındığımızda annem günlerce ağlamıştı. Hoş bir süre sonra eski mahalledeki kadar olmasa da orada da benzer komşuluklar bulacaktı ama günümüzde artık mümkün değil. Ağır yaşam şartları insanları kendi içlerine çekilmeye zorluyor, hele de büyük şehirlerde. O yüzdendir belki de çocukluğun bir masal ülkesi gibi hatırlanması.
Can Öktemer-edebiyathaber.net (14 Mart 2018)