“Gabo’nun dediğine göre Fidel (Castro), “O kadar dikkatli ve titiz bir okurdur ki, hiç umulmadık bir yerde çelişkiler ve yanlış veriler yakalıyor. ‘Bir Kayıp Denizci’yi okuduktan sonra, geminin hızının hesaplanmasında bir hata olduğunu, dolayısıyla benim dediğim varış saatinin doğru olamayacağını söylemek için kaldığım otele kadar geldi. Haklıydı. Yayımlanmadan önce ‘Kırmızı Pazartesi’nin son halini ona götürdüm ve bana av tüfeğinin özelliklerinde yaptığım bir hatayı gösterdi.[1]”
Belki şöyle ilginç bir soru sorulabilir: Marquez mi Fidel’in yazarıdır; yoksa Fidel mi Marquez’in okurudur?
“Fırının durması gereken yerde değil …, dedi bana bir kez Leo Tolstoy. Yirmi Altı Erkek Ve Bir Kız adlı öykümdeki fırındı bu. Öyle bir yazmışım ki, fırının alevi, benim anlattığım biçimde, fırıncıların yüzünü aydınlatamazdı. Foma Gordeyev‘imdeki Medinskaya‘dan söz ederken, Çehov, “Buradan, kadının üç kulağı varmış anlamı çıkıyor -bir tane de çenesinde- bak,,. demişti. Gerçekten de doğru söylüyordu, kadının yüzünü ışığa çevirme biçimi öyle yanlıştı ki.[2]”
Buradaki durum çok daha lezzetli. Yazar hallerine alışık olduğumuz Tolstoy ve Çehov, bütün “üretken dikkatleriyle” karşımıza okur olarak çıkıyorlar.
Yukarıdaki soruyu bir daha soralım: Gorki mi Tolstoy ve Çehov’un yazarıdır; yoksa Tolstoy ve Çehov mu Gorki’nin okurudur.
Yazarlığın bir ara form, asl’olanın okurluk olduğunu düşünüyorum. Bu tezden hareket edecek olursam, “okur”ların tarafında durduğumu rahatça söyleyebilirim.
Niye mi?
Yazar, yarattığı şeye, sonsuza dek değişmeyecek bir form verdiği için; bir bakıma, işlediği hikaye ve mekanları “kısırlaştırmış” “tek” düzleme (Ebene) indirmiştir. Bu, yazarın tercihi ya da yetersizliğinden çok, fiziksel bir canlı olarak biz insanların dünyayı, evreni kavramada henüz çok yetersiz bir bakışa/kavrayışa sahip olmamızdan kaynaklıdır. Nasıl ki, gözümüzün önünden hızla geçen bir nesneyi ayrıntılarıyla göremeyecek denli düşük çözünürlü gözlere sahipsek; algı düzeyimiz de günlük hayatın hayhuyu içinde yanı başımızda akıp giden insanları, o insanlara ait hikayeleri, mekanları, mekanların detaylarını algılayamayacak kadar “kör”dür.
Yazar, tıpkı tanrı gibi, körlüğümüzü besler / körlüğümüzden beslenir.
Biz okurlar ise, durdurulmuşu hareketlendirir; “tek”e indirgenmişe boyut katar; “kısırlaştırılmış”ı çoğaltırız. Bunları yaparken, tanrısını üreten insan gibi, yazarın yaratarak “değişemez” dediğini değiştirir; hatta onu yazardan koparıp kendi “sistemimiz”le yeniden oluştururuz. Ürettiğimiz, çoğunlukla yazarın “maddi” anlatımından ilham alıyor olsa da, neticede, hayal dünyamızda, kendi “düş çamurumuz”la yarattığımızdır.
Yazar, okurun “üretim” bahanesidir.
“- Bak, … diye bağırdı, kaderimin değişeceği gün geldi çattı, evet, evet, kolumun gücünü göstereceğim, ileriki yüzyıllar okusun diye Fanna’nın defterine geçecek işler başaracağım an geldi işte! Şu toz bulutunu görüyor musun? Çeşitli uluslardan kurulu, büyük bir ordu kaldırıyor onu, tam üstümüze geliyor.[3]”
Hangimiz “okur”luğumuz uğruna “gerçekliğimizden” vazgeçtik? Hangimiz “okur”luğumuzdan kendimize gündüz düşleri, beden yaraları, gönül maceraları ürettik?
“Bana kalırsa, iki ordu var karşımızda, dedi Seyis, çünkü bir toz bulutu da şu yandan geliyor.[4]”
Biz okurlar aldatılmayı severiz (eşittir, ne bulduk ki şu hayattan?).
Tarihin kayıt altına aldığı ilk “okur” kitabını okurken, her satırda bize hayatın gerçekliğini haykıran Seyis’e öfke duyar, mümkün mertebe onun satırlarını atlamak isteriz. İşte karşımızda yel değirmenlerinden daha “somut” bir çılgınlık fırsatı ve işte kendimizi hayatın “sıkıcılığından” kurtarabilmek için karşı karşıya gelmiş iki dev ordunun meydan muharebesi…
Sus Seyis, deriz her seferinde; aldatılmışlığımıza limon sıkma.
“… geri döndü, söylenenin doğru olduğunu görünce, iki ordunun o geniş vadide karşılaşıp savaşacağını sandı, büyük bir sevince kapıldı. Aklı fikri, her dakika, her saat, şövalye romanlarındaki savaşlarda, büyülerde, yenilgilerde, düşlerde, aşklarda ve meydan okumalardaydı; söylediği, yaptığı, düşündüğü her şey buna göreydi. Oysa bu toz, yolun iki yanından gelen ve iyice yanına varmadıkça ne olduğu belli olmayan iki büyük davar sürüsünden yükseliyordu.[5]”
O, tarihin ilk, belki de son okurudur!
Ve ne mutlu ki, hepimiz o büyük Okur’un okurlarıyız!
Hasan Sever – edebiyathaber.net (21 Ocak 2016)
[1] http://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/enistemiz-latin-amerikali-gabo-490322/
[2] Maksim Gorki, Edebiyat Yaşamım
[3] Miguel de Cervantes Saavedra, Don Kişot (El ingenioso hidalgo Don Quijote de la Mancha), 1605, 1615
[4] Age
[5] Age