Şubatın sonunda cep telefonu fuarının haberini yapmak için İspanya’ya giderken, Victor Hugo’nun büyük romanı Notre Dame’ın Kamburu’nu yeniden okumaya başladım. 3.5 saat süren İstanbul-Barselona uçak yolculuğunda bu önemli eserin ‘Bir roman nasıl yazılır’ ders konusu niteliğindeki giriş bölümünü başa döne döne hatmettim.
Romana ilişkin neler yazabileceğim konusunda kağıda not yazmak onları sonra okuyamadığım bir çivi yazı uğraşı olduğundan zihinsel notlarımı kurdum: Hugo’nun yazı kalitesi onun bir ‘Büyük Öğretici Yazar’ olmasından geliyor. Büyük Öğretici Yazar da alt metinleri okuyabilen göze edebi metnin nasıl kurulduğunu sadece yazarın yapabileceği bir yöntemle değil tüm dünyada geçerli olacak usullerle ve bunu yapma amacı gütmeden gösteren kişidir. Yani bir öğretmeden öğretendir. Hiçbir okur yoktur ki diye düşünürüm, Hugo’nun Sadeliğin İhtişamı tekniğinden yani kısa cümlelerden oluşan anlam olarak yalın, metin bütünselliğinde ise derinliğe sahip edebi yönteminden etkilenmemiş olsun. Victor Hugo’yu değerli kılan hayatta gerçekten yaşayan karakterleri alarak, Roman Gerçekliği’nde onları yaşatabilme gücünden geliyor. Paris’te bir Notre Dame Kilisesi gerçek hayatta bugün de var, Hugo’nun romanının geçtiği 19’uncu yüz yılda da var. Ama Esmerelda ile Quasimodo arasındaki hikaye Hugo’nun kurduğu romanın gerçekliği olurken, bu iki karakterin gerçek hayatta da var olduğu ya da olabileceğine ilişkin okurda yarattığı algı yani inandırabilme gücü bu roman gerçekliğini, gerçek hayatın parçası haline getiriyor. Çünkü kurgu ürünü edebiyat da gerçek hayatın bir uğraşı ve kendi gücü uyarınca bu gerçek hayatı değiştirip, farklılaştırabiliyor. Hayat denilen ve sınırlarını sadece kendisinin belirlediği bu nehrin yatağında iz bırakabilen bir güç varsa, o da nehrin ama gerçek ama düşsel bir koludur bana göre. Böyle olunca da Victor Hugo’dan daha uzun uzadıya söz etmek gerekir. Tabi romanı bitirebilirsem.
Sinema bizi geçerken
Barselona fuarı her zaman çok yorucu. Bu sürede romanı hiç okuyamadım. İstanbul’a dönüş yolu dört günlük İspanyol usulü beslenememe diyetinin açlığı üzerine Türk usulü uçak yemekleriyle bir hazımsızlık festivaline dönüşünce, elim üst raftaki çantandan romanı çıkartmaya varmadı. Bu yorgunlukla romanı yanlış anlayabileceğimi düşündüm. Uçak eğlence sisteminden filmler izleyip durdum. Açıkçası en iyi örnekleri Disney tarafından verilen Notre Dame’ın Kamburu’nun sinema ya da animasyon filmi de var mıdır diye bir tura çıktım. Belki bu çok bilinen hikayesiyle bu modern romanın kurgusunu bir daha hatırlar ve yorgunluktan kaçırdığımı düşündüğüm bölümlerini böylece filmden parçalarla tamamlardım. Ama filmi bulamadım.
Onun yerine pek çok Hollywood ve Türk filmi vardı. Çağdaş ve klasik ABD filmlerini sıkıldıkça değiştirerek izlerken de şunu düşündüm: Son yıllarda dünyada sinema sanatı, daha doğrusu senaryo yazarlığı edebiyat yazarlığını derinlik, teknik ve içerik olarak çoktan geride bıraktı. Artık romanlardan daha nitelikli senaryolar ve bu yazı kalitesi yüksek, iklimi değerli metinleri sinema sanatına edebiyatın bu görsel koluna saygı duyarak aktarabilen çok iyi yönetmenler var. Son yıllarda sinemanın sadece görsel efektler ya da başka teknolojik numaralarla değil, gerçekten malzemesi insan olan haliyle aynı yolun ustası romanı geçip, farkı da çokça açtığı ortada. Peki, bu romanın bittiğini mi gösteriyor? Sırf bugünün değil 19’uncu yüz yılın Rus soylularının evlerindeki edebiyat kanonu tartışmalarının bile baş konusu olan ‘Yazılmadık konu, denenmedik üslup kaldı mı’ sorusunu yeniden ısıtmak değil amacım. Gerçekten başka bir ihtiyaçla ve istekle soruyorum: Son dönemde Büyük Roman neden yazılmıyor?
Kriterleri nelerdir
Sahi büyük roman nedir? Önemli yazarların, eleştirmenlerin ya da basın kuruluşlarının yaptığı ‘Yüz yılın 100 romanı’, ‘Ölmeden önce okumanız gereken 250 roman’, ‘İnsanın hayatını değiştiren 500 eser’ listesine giren her roman mıdır büyük olan? Yazılalı en azından üzerinden bir 50 yıl geçmiş, hacmi uzun, yazarı hayatta olmayan romanlara büyük roman mı denir? Neresinden bakarsanız bakın büyük romanın ve büyük romancının standartlarını belirleyen bir liste yok. Hatta birçok ülkeye göre olmazsa olmaz bir roman ve yazarı, bir başka ülkede o önemli listelerde yer bile alamıyor. Ne de olsa her ülkenin edebi zevki değişik. Bu farkın temel sebebi de ülkelerin kullandığı dil ve yaşam biçiminden kaynaklı. İngiliz dilinde yapılan o listelerdeki pek çok roman, bizde okunmaz bile. Gerçi Türkiye’de de adının hakkını veren bir okurluk kurumu olsaydı, onların da zevklerine ilişkin bir ifade tam yerini şu an hak etmişti. Bizde Oğuz Atay, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar ile birkaç popüler yazar üzerinden yürüyen bir okuma zevki ve alışkanlığı söz konusuyken ne desem. Bu yazı şimdi Tanpınar’ın Huzur’una ilişkin bir değerlendirme olsaydı, ki yazılacaklar listemde var, ilgi başka türlü olacaktı. Bu durum da tek başına büyük roman nedir sorusunun cevabı aslında:
Hugo değilsiniz ama
Dünyada büyük roman, toplumun en önemli çıkmazlarında, sorunlarında ve çalkantılarında demlenen, damıtılan ve üretilen metinlere deniyor. Türk edebiyatında da büyük roman yine bu mayanın çalındığı metinlerden oluşuyor. Ama okurumuz nostalji seviyor. Daha doğrusu eleştirilmekten hoşlanmadığından tarihe sığınıyor. Yaşadığı çağda onu irdeleyen, göz önüne getiren ve irdeleyen bir büyük romana tahammülü yok Türkiye’deki okurun. O sebeple de okurun ne istediğini bilen, hissettirmeden de bu isteği yöneten yayınevleri son 15 yılda çağın tanığı olup bunu romanına aktaran yazarları değil, yaşadığı çağın uyanığı olup bunu paraya çevrilebilen kalemleri piyasaya sürdü. Bu tarihsel tanıklıkta çok satanlara ilişkin kayıtlar duruma inanmayanların incelemesi için arşivlerde duruyor. O çok satanlardan hangileri bir büyük roman oldu ya da olmaya aday bir hamurdan yoğruldu? Bu soru bile tek başına yine büyük roman nedir sorusuna çatıyor tekrar.Büyük romanın pek çok kriteri olsa da en temeli çağının gerçeklerini roman gerçekliğine dönüştürebilen roman olmasından geliyor. Tüm büyük romancıların Victor Hugo gücünde, Sefiller ve Notre Dame’ın Kamburu romanlarındaki kalitede bunu yapabilmeleri mümkün değil elbette. Bugün başınızdan geçen sıradan bir olayı ya da rüyanızı bir edebi metne dönüştürmeye çalışın. Gerçeğin kendisi her zaman için roman gerçekliğine geniş gelen bir hacme sahip olacaktır. Bu çağdaş roman ödevini yaparken çok zorlanacağınızdan eminim. Kaldı ki bunu büyük bir romanda yapmak, profesyonel bir yazar için ne kadar yorucu ve çaba gerektiren bir uğraş bir de siz düşünün. İyi de klasiklerin ve modern klasiklerin devri kapanmışken hangi ölümlü tutar da, ömrünü böyle bir büyük roman yazmaya adar? Aslında asıl soru, bugün hangi okur böylesi bir büyük romanı okumaya hazır diye de sorulmalı. Çağın insanı kendisine tutulan bir edebi aynaya bakabilme gücüne sahip mi diye de eklenmeli. Bence bu güce fazlasıyla sahip. Ama iş bu kadar basit değil.
Hayatım bir film
Bugün bir büyük romanın olmaması ya da uzun zamandır ne bizde ne de dünyada yayınlanmaması, romanın malzemesinin çağın insanı olmasından kaynaklanıyor. Bu devrin insanı hırsları, tutkuları, arzuları, inançlarıyla bir önceki yüz yıldaki atalarından hiç de farklı değil. İyi de neden bir büyük romanın karakteri de değiller o zaman? Çünkü bugün okuma uğraşına girenin önünde hatmetmesi gereken bir dolu klasik ve modern klasik var. Çağdaş yazarlar var. Yeni çıkanlar var. Okur bugün ne okuyacağını, nereden başlayacağını bilmeyen bir iyi niyetle kim ona ne önerirse onun peşinden giden bir çaresize benziyor. Kendimden biliyorum. Burada kendi yolunu bulmanın epey fiziksel hasar kaydı oluyor. Ve bugün kimse böyle bir zorlamaya katlanmak istemiyor. Nasıl bir metin olduğuna ilişkin üzerinde düşünülmüş, kafa yorulmuş, incelemeler yazılmış yani hap haline getirilmiş onca klasik ve modern klasik varken bugün hangi okur, kendi çağının büyük romanını anlayabilmek için okur ki? Sahi romanlar, anlaşılmak için gönüllü olarak okunan metinler değil mi? Yeni bir soru daha: Bugün çağı anlatan büyük bir roman yoksa, insanlar yaşadıkları çağı anlamak istemiyorlar demektir. İşte edebiyat burada kilitleniyor. İnsanlar bugünü anlamak istemiyor, yarınla da ilgilenmiyor. Yarını şekillendirmek teknolojinin ve onu tekeline almış birkaç yabancı şirketin para hırsının işi. İnsanlar yaşadıkları anı, hep kendileri için daha fazlasını nasıl alabileceklerini düşünerek, bunun için hiçbir yasal ya da ahlak kurala uymayarak ama yine de elde edememenin hüsranını umursamayarak yaşıyor. Büyük romanların insanları üzüldüğünde üzülen, sevindiğinde sevinen insanlardı. İyi, kötü, çirkin, güzel ama insandılar. Bugün insanlar, romanların okuru bile olmak istemiyor ki karakterleri haline gelsin. Bugünün insanı tüm hareketlerini seksin ve paranın eksenine koymuş birer çıkar makinesi. İyilik yapmak, erdem, ahlak ve vicdan sahibi olmak hiçbir çağda bugünkü kadar özel ve kitlesel şekilde cezalandırılmamıştı. Hem ortada yazılabilecek çok büyük romanlar için malzeme var ama bir yandan da bu sanatla ilgisini kesmiş bir insan topluluğu var. O nedenle roman da insanları boş veriyor. Bir mirasyedi gibi tarihinden besleniyor. Satılan ve okunan klasikler bana yeter diyor. Ama klasiklere metinler arasılık yapan yeni modern romanlara ne yayıncılar, ne edebiyat kanonu, ne de okurlar yüz vermiyor. Sinema ise bunun üzerine gidiyor. Kendi klasiklerine göndermeler yapan yeni işleri hayata geçiriyor. Hala anlatılabilecek hikayeler olduğuna inanıyor. Yeni anlatı yolları arıyor ve çoğunlukla da başarıyor. Çünkü insanlar hayatlarının birer film olduğunu düşünüyor, hayatlarının birer roman olduğunu önemsemiyor. Notre Dame’ın Kamburu’nu Quasimodo’nun ‘Esmerelda bana su verdi’ cümlesinden ibaret sanıyor. Kim bilir belki de iyi yapıyor…