O Buz Tutmuş Güneşler * | Uğraş Abanoz

Şubat 21, 2025

O Buz Tutmuş Güneşler * | Uğraş Abanoz

Murat Yalçın, Pera Mera’dan yedi yıl sonra yayımladığı, yirmi bir öyküden oluşan hacimli kitabını geçmişle gelecek arasında bir yerde konumlandırmış. Kapakta, seramik-resim sanatçısı, Tufan Baltalar’ın “İsimsiz” adlı eseri kullanılmış, yeşil yapraklar içinde figür görüyoruz, kitabı okudukça görsel, belleğimizde daha da derinleşiyor. Rüya, ev, ölüm, zaman, doğa izlekleri hâkim.

“Maddenin dalga ya da parçacık doğasıyla radyasyon arasındaki ayrım çizgisi “Şimdi” ânıdır. Bu an, zaman içinde istikrarlı bir şekilde ilerledikçe dalgalı bir geleceği parçacıklı bir geçmişe dönüştürür.”**

Dalgalı bir gelecek, parçacıklı geçmiş, şimdi, an… Akıp giden günleri, geleceği, hafızayı anımsatan epigrafla öykülere ilişkin ilk düşüncelerimiz oluşuyor. Murat Yalçın, bu zor cümleyle, kurduğum dünyaya dikkatli adım atın, der gibi.

Kitap, Nare öyküsüyle açılıyor. Nare, apartman, yıkılmış, artıklarına hurdacıların, hırsızların üşüştüğü, talan edilen, moloza dönen bir yapı. Değişen kent, mekânın yok oluşu, geçmiş günler, sokaktaki yaşamlar konu edilmiş. İlk sakinleri, Doktor Mösyö Jac. Onun, müzayede ile satışa çıkan müzeyyen ve nadide eşyaları, incelikli gazete sütunu kurguya zarafet katmış. Nare, usul usul zamanın tozuna karışıyor. “Şimdi tüm güzel duygularımın üstüne kara kışların karı yağıyor.”

Estetiğin yitirilişini anlatan Nare, iyi düşünülmüş bir cümle ile -Murat Yalçın, Cümle Olayı öyküsünde,“Yazanlar bilir, her kitap bir cümleye bakar.” der,- bitiyor.

“Yıkılmasa saçma sapan varlıklar olurdu ayakta kalanlar, ağlama. Körler arasında sen de gözünü yum.”

Dalga Boyu’nda, İstanbul’u, objeleri, anları, zengin kelime hazinesiyle anlatan yazar, geçmişle geleceğin ortasında duruyor. Anıya, günceye dönüşmeden entelektüel birikimini kullanarak örüyor öykülerini. Şairler, yazarlar, alıntılar, mısralar, müzikler… Natalya’da, Kafkas şarkısı Elbruz’u görüyoruz.“Gün gelir hesap sorar Sitare’yle Natalya.”

Sütun-sütre, heder-keder, salak-sepet, ferah-fahur, dalgın-algın… Sesler, çağrışımlar, tekrarlar. Kullanılmayan, yahut az kullanılan kelimeler: Tennure, leçek, elgin, kaşkaval, supla, piyata, torso, işret, marsık, gencelmek, kaleydeskop…

Yazar, çiçek dürbününden bakmayı seviyor, okuyucuyu da pürdikkat bu renkli dünyaya davet ediyor. İroni, hiciv, kara mizah sinmiş öykülere. 

Odun kokusu süt kokusuna, süt kokusu gül kokusuna, gül kokusu az önce çoban ıslıklarıyla geçen davar sürüsünün bıraktığı dışkı kokularına karışır, hepsi birden komşu taş duvarların yüzünde, sundurmalı çatının altında, oradan oraya uçuşan serçelerin cıvıltısıyla yeni çizilmiş sabah olurdu.” Beyaz Bir Yazdı, öyküsünde, birden karşınıza Rakım Çalapala çıkıyor. Ders kitabı açılıyor, silgiler kokuyor, sobalı, kaloriferli sınıflarda kara tahtalar ışıyor, kokular, askılık, rengârenk gocuklar…“Ne sevimli bir annesin sen,/ Ne tatlıdır senin sesin./ Canım mısın, bilmem nesin?/ Benim güzel anneciğim.”

Bir Güz İkindisi İETT Otobüsünde Bir Yolcu, öyküsünde anlatım, daha az tercih ettiği sen dili. Zira öykülerin çoğu ben dili. Çantasında, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu*** kitabı olan üniversite öğrencisi kuyrukta bekler. Görevliler hep sinirlidir. Otobüs gelir, biner, hiç bitmeyecek kitabı okumaya başlar, haberi yoktur. Arkasını dönüp geride kalanlara bakar, zor metni okumaya çalışır.

Öyküyü, yazıyı, biçimi, yapıyı, doğru kurguyu, dili, üslubu, öykünün ruhuna uygun atmosferi arıyor yazar, yalın finaller düşlüyor. Daha iyisi olur mu? Mükemmel biçim var mı? Zamanın akışına alışmak mümkün mü? Cümle Olayı’nda dediği gibi, “Ne gelir elden cümle kurmaktan başka.”

 O güzel günler bitti şüphesiz, o iyi insanlar, o güzel atlara, halılara binip gitti, şehirler değişti, değişiyor, sokaklar, yollar… Eski plajlar, parklar, okullar otopark oldu. Dalga Boyu, zamanla oynayarak bilinçaltını öyküye dönüştürüyor. İzlerle, sinyallerle başka anlardasınız.

Lise ikide okurken eylüldeki bütünleme sınavlarını geçemeyip beklemeye kaldın ya, kardan adamın göğsünde açılmış kurşun deliğinden akan kan hiç durmadı o kış.” 

Ritmik bir dili var Dalga Boyu’nun, yükselen alçalan frekanslarla şiirsel yapıya ulaşıyor. Murat Yalçın, bir söyleşide, Sait Faik’in yeni basımlarını hazırladığını söylemişti. Ustasının, hayatına, çizdiği rotaya, dehlizlere dalıyor. Enginarcı öyküsü şöyle başlar.

Öyle Bir Hikâye’deki Hidayet özbeöz amcam olur. Hani, yağmurlu bir gece, Atikali’nin bekçi düdükleriyle inleyen ıssız sokağında bir evden deli gibi fırlayıp dostumu öldürdüm abi, sakla beni diyen pire Hidayet

 Ölüm izleği güçlü. Kara İpler’de, Herr Mestan (Hidro) ile Taşlıcalı’nın dünyasında bu âlemi görmek mümkün.

 Çeşmeleri kör eden, eşmelere zehir atan azgınlarla savaştım. Örselendim sularda, iyileştim sularda. Gecelerin ıslak kömür karası damlaya damlaya denizlerimi kararttı da oluruna bırakmadım. Nazım, niyazım, kurbanım hep sulara, ulu katlarına. Her suyun türlü huyu vardır, kimi ateş gördü mü köpürüp cazırdayarak taşar kimi kaynar kaynar fokurdamaz, buhar buhar azalır…

 Ölüme alışmayı, gözünü yummadan yaşamayı dert etmiş yazar, belki de sanatla ilgilenen herkesin önceliği bu olmalı.

Yazmak, yaşamak ve zaman arasında nasıl bir bağ kuruyoruz?

    *   Edip Cansever- Tragedyalar

   **  Lawrence Bagg

  *** İtalo Calvino 

edebiyathaber.net (21 Şubat 2025)

Yorum yapın