Söze, Reha Muhtar’ın Atina muhabirliğinden “anchorman”liğe terfi ettiği yıllarda, haberleri bitirişini imleyen o meşhur klişesini değiştirerek başlayayım: Her nerede ıslanıyor ve ıslatılıyorsanız…
Stanbullu âşıkları haftalarca memnun eden pastırma yazları, küresel iklim değişikliğinin son kurbanı oldu ve Stanbul’un üzerine Londra semâlarının kurşunî bulutları iyiden iyiye çöktü. Dümdüz asfaltlarda öbek öbek havuzcuklar, çamur içindeki “elit” semtlerin caddelerinde şeffaf, “yağmura şemsiye”lerle seyirten kadınlı erkekli çalışanlar, sıvama reklamlarla (“araç giydirme” diyorlar) seyyar “billboard” gibi dura kalka ilerlemeye çalışan belediye otobüsleri, dev “jeep”lerinin içinde bir eliyle direksiyonu, bir eliyle de akıllı telefonunu tutup halktan izole olmanın konforunu doyasıya yaşayan ama asla ve kat’a “burjuva” olamayacak “yeni zengin”ler…
Stanbul’u yıkayıp paklamak şöyle dursun, pislik içinde bırakan yağmura döneyim. Stanbul sakinleri, bu “yeni” yağmurun deri montta bıraktığı “çamur” lekesine bizzat şahit olmuşlardır. Yağmurda ıslanmak, el ele yürüyüp bir çınarın doğal kubbesine sığınmak; yağmur suları alından, yanaklardan süzülürken kirpikleri yıkayan o saf damlalarının nefesinizle buharlaştığını görmek… Video-klip etkisi belki, sulu zırtlak romantizm belki.
Aşk-ı Memnu’dan gayrı her şeye benzeyen ortaokul piyesi düzeyindeki televizyon dizisiyle kendisinden haberdar olunan Servet-i Fünûn’un usta romancısı Halid Ziya Uşaklıgil, “kırık hayatlar” üzerine kurmuştur romanlarını. Soruyorum şimdi: Ahmet Cemil 2014’ün Stanbul’unda nasıl yaşardı? Yaşayabilir miydi? “Arzu nesnesi”ne ulaşmada karşılaşılan zorluklar ve libidonun doymak bilmez isteklerine set çekememek pek çok insanın “üçüncü sayfalık” hikâyesi oluyor, göz ucuyla okunup unutulan sıradan haberlerde. Neredeyse hiçbir şey şaşırtmıyor artık bizi. Oysa “haset” kelimesinin hayatımızda/dilimizde kullanım sıklığının azalması da bizi şaşırtmalı. “Ahlak” kelimesini “müzelik” yapıp “etik”i çaya çorbaya limon niyetine kullanmamız da…
Melanie Klein, bebeğin anne memesiyle olan ilişkisinin niteliğini; haset, açgözlülük, kıskançlık ve şükran mefhumları dairesinde anlamlandırmaya çalışır, Haset ve Şükran adlı kitabında: “Meme, iyi halinde, bütün anne iyiliğinin, tükenmez sabır ve cömertliğin ve aynı zamanda yaratıcılığın ilk örneğidir. Böyle fanteziler ve içgüdüsel ihtiyaçlarla zenginleşir ilksel nesne; böylece umudun, güvenin ve iyiliğe inancın temeli olarak kalır.” der.
Haset, kıskançlık, açgözlülük… Hepsi burada! Seven nerede? “Seven” değil, Se7en! Halid Ziya’nın romanlarındaki psikolojik derinlik, insan ruhuna açtığı sağlam tüneller S. Freud ile M. Klein’ın rehberliğinde güvenle gezilebilir. Bu yazıyı okuyanların arasında İsmail Uyaroğlu’nun “Schumann’lı Sıkıntı” şiirini bilenler varsa, yazının geldiği noktaya bakıp “sitroyen” çekebilir bir ihtimal! İhtilaldir her ihtimal!
“Mecbur musun şiir yazmaya/Seni çağırıyor bak gece/Galiba mecbursun/ Gidemeyince” diye başlar “Schumann’lı Sıkıntı” ve şöyle biter: “Sen ne düşünerek başladın/Şiir geldi nereye” Ne düşünerek başlamıştım, yazı geldi nereye? Ahmet Cemil’in kim olduğunu yazacaktım değil mi? Ahmet Cemil, üstadımız Halid Ziya Uşaklıgil’in 1897 tarihli Mai ve Siyah adlı romanının ana karakteridir.
Şimdi, bir düşünün… Mutlu musunuz şu anki hayatınızdan? İşinizden, aşkınızdan? Ya idealleriniz? İdealar âleminde bir âlemiz! Arzularımız çavlan içimizde. Hayat şartları sivri dişlerini biliyor her sabah, biz uyanmaya çalışırken. Aşklarımız ve ideallerimiz sürekli kımıldıyor içimizde, uyutmuyor bizi. Tetik çekiliyor işte: Arzulanana ulaşamama hali perişan ediyor bünyeyi. Bu perişanlıkla biniyoruz otobüslere, bu perişanlıkla tecavüze yelteniyoruz kuytu köşelerde, bu perişanlıkla “kariyer” basamaklarına abanıyoruz, bu perişanlıkla burun kıvırıyoruz bir denemeye veya şiire, bu perişanlıkla siyaseti biçimlendiriyoruz, bu perişanlıkla taşlıyoruz rakip futbol takımının taraftarlarını…
Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’inde somutlaşan “dönüşüm”ün psikanalitik dehlizlerinde kaybolmak, kaybolurken o yola pusula tutmak isteyenler için Mai ve Siyah biçilmiş kaftandır. Televizyon dizisi yapıldığında mideniz kaldırmaz, Mai ve Siyah’ı. En iyisi romanını okumak. Kürk Mantolu Madonna kadar “popüler” oluverir belki, kim bilir! Gazetelerin ve televizyonların her daim sarıldığı klişeyle, Stanbul’un trafiğini felç eden yağmurda karnımı doyurmak için yola düştüğümde, Ahmet Cemil’in içine düşen o “elmas yağmur” damlalarını düşünüp durdum.
Bakın, ne diyor, nasıl diyor Halid Ziya Uşaklıgil üstadımız: “Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız ömür!.. Bir bârân-ı elmas altında inkişaf ederek, şimdi bârân-ı dürr-i siyahın altına gömülen o emel çiçekleri!..”
Adnan Algın – edebiyathaber.net (12 Aralık 2014)