O güzel ata binip giden Yaşar Kemal | Erdinç Akkoyunlu

Mart 2, 2015

O güzel ata binip giden Yaşar Kemal | Erdinç Akkoyunlu

Yasar+Kemal+2“Hıristo o aylarda aldığı arabayla deniz kıyısına gidip geliyordu, Deniz kıyısında bir çardak yaptırmıştı, çardak da ev gibiydi. Orada oturup boyuna Anadolu’ya bakıyordu. Üç ay geçtikten sonra başta Adem, yanında hocalar ve öğrenciler geldiler. Adem dedi ki, “Çok uğraştık seni alıp götürmeye geldik.” Sağ olun ben burada rahatım. Arada sırada beni görmeye gelin.” Onlarda döndüler. Çok üzüntülüydüler. Ölünceye kadar denizin kıyısında, her gün değilse de sık sık, Anadolu’yu seyrediyordu…”

Sabahattin Ali “İstek” adlı şiirini

Görünmez kollar boynumda.

Yarin hayali koynumda.

Sıcak bir kurşun beynimde.

Bir ağaç dibinde yatsam.” diye bitirdi. Dediği gibi de Türkiye-Bulgaristan sınırında, bir ağaç dibinde beynine sopayla vurula öldürüldü.

Orhan Veli, İntihar adlı şiirinde

Kimse duymadan ölmeliyim.

Ağzımın kenarında.

Bir parça kan bulunmalı.” diye yazdığı gibi, bir kaza sonucu Ankara’da belediye çukuruna düşüp sonra evinde sessiz sedasız ölüverdi.

Bu toprakların sırrı mıdır bilinmez ama, bu toprakların ozanları ölümlerini yazmıştır. Yaşar Kemal de öyle… 2012’de yayınlanan son romanı Ege’de geçen Bir Ada Hikayesi adlı dörtlemesinin Çıplak Ada Çıplak Deniz’ini girişteki bölümle bitirmişti. Bu romanın değerlendirmesini yazdığımda, o yaşında bile kendiyle ilgili çıkan her habere duyduğu merakla bunları medya şirketine takip ettiren ustaya, onda ne gördüğümü belli etmek istememiştim. Çünkü romanın son satırları, 89 yaşındaki yazarın veda cümlelerine benziyordu. Belli ki mübadele denen bu toprakların gördüğü en büyük ve en çabuk unutulan acıda Anadolu’dan edilmiş milyondan fazla Rum’dan biri olan Hıristo nasıl ki en sonunda dönme teklifini kabul etmiyorsa, Yaşar Kemal de vakit geldiğinde “Kal” değişimize “İstemem” diyecek, ama onun gibi bir kıyıdan Anadolu’yu gözlemeye devam edecekti. Öyle de oldu. 45 günlük yoğun bakımda veda değil merhaba beklerken “Ben zaten yazmıştım” dercesine o güzel ata binip gitti…

Büyük yazarların büyük insanlar oluşu eserlerinin gücünden gelir. Ama büyük bir insanın büyük bir yazar olması tamamen onun tercihidir. Yaşar Kemal, büyük  bir insandı ve insanlığı yazarlığına yansımıştı. 2008 yılında eleştiri dünyamızın duayeni Fethi Naci’nin Teşvikiye Camii’ndeki cenaze törenine katıldığımda Notos’ta Demirciler Çarşısı Cinayeti incelemem yayınlanalı birkaç gün olmuştu. Caminin bir kıyısında Fethi Naci’nin omuzlar üzerinde önümüzden geçişine hem Yaşar Kemal’in hem de Adalet Ağaoğlu’nun ileri yaşlarına karşın ayağa kalkıp saygı gösterişlerini bir kıyıdan izledim. Belki o gün bir öyküye dökülürdü. Caminin boşalıp çıkma sırasının gelmesini beklerken, Yaşar Kemal’in etrafının sevenleriyle dolduğunu gördüm. Çoğunluk benim gibi gençlerdi. Ustaya dokunmak, birkaç söz etmek için heyecandan kıpır kıpırdılar. Gazeteciliğimden bilirim. Röportaj yapacağınız ünlü kişiyle buluşma mekanına gittiğinizde etrafındaki sevgi çemberine o denli kapılan olur ki, sizi unutup onlarla ilgilenmeyi seçer de, utana utana gidip hatırlatırsınız kendinizi. O gün başka türlüsünün de mümkün olabileceğini anlayacakmışım. Yaşar Kemal, gözüyle kartal avlayan yazar sözünün hakkını verircesine etrafındakilerin yüzlerine değil ruhlarına bakıp konuşurken, kıyıda beni görüp, “Gel buraya” diye çağırdı. Gittim. “Kimsin,” dedi. Notos’ta Yer Demir Gök Bakır ile Demirciler Çarşısı eleştirilerini yazanım” diye tanıtınca, önce sıçradı, birkaç adım çekilip tepeden tırnağa baktı, “Sen kaç yaşındasın ki edebiyat biliyorsun” diyerek güldü elini omzuma koydu…

Teşvikiye Camii’nden onu caddede bekleyen aracına kadar koluna girip götürürken bana Fransızlar haricinde Demirciler Çarşısı Cinayeti’ne değer veren okurların bulunmadığını, İnce Memed’in fenomenleştirilip diğer eserlerinin hakkınca anlaşılmadığından yakındı. Bunu yaparken de cami önündeki İstanbul’un en işlek yolunun ortasında durmaktan çekinmedi. Onu tanıyan ve sabırsızlığıyla meşhur İstanbul şoförlerinin saygıyla baş selamı verip, tek söz etmeden trafiği kesmeleri de, kısacık yolda ona dokunmak için bir çok insanın yarışması da bir minnet töreniydi… Bizim gibi ancak öldüğünde arkandan iyi sözler söylenebilen bir ülkede yaşarken insana saygıya şahit olmak, üstelik bunu iyi edebiyatın yarattığını görmek çok öğretici oldu.

2008’den rahatsızlanıp yorulmaması için doktorunca uyarıldığı 2014’ün yaz aylarına değin bayram, yıl başı ve özel günlerle birlikte Yaşar ağabeyin yayınlarına dair eleştirilerim sonrasında beni defalarca aradı. Ben de onu. Edebiyatın koca çınarı, benim için çocuktu, heyecanlıydı, ne alıyordu demeden dost oldu. Üstelik her konuşmasında benim edebi kurgularıma asla konuya ders verir gibi değil bunu alt metni haline getirerek öğütler verdi. Yetmedi; kendisinin İstanbul’da geçecek bir cinayet romanı yazdığını anlattı. Kurgusunu uzun uzun söyledi. Ağır yazdığım için tanıştığımızdan beri süren romanımı bana anlattırdı… Sağlığı el vermediğinden sokağa çıkıp yürüyemediğinden yakınıyordu. Ama en son sokakta gördüğü pek yoksul adamla neler konuştuğunu, telefonda anlatırken yazıyormuşçasına betimleyerek söyledi. Sık sık da “Ölüm meleği bana gelene kadar hep iyi daha iyi yazacağım” dedi.

Yetmeyenler

O yaşında hala aklında kurgular, hala aklında sokak vardı. Nasıl olmasın? Yaşar Kemal, İnce Memed ile tüm büyük yazarların olduğu gibi ilk yapıtıyla kendini edebiyata mal etti. Üstelik İnce Memed, cumhuriyetin ilk yıllarında eşitlik ilkesinin hala ağa-köylü şeklinde köylere inmediğini anlatan hem en önemli siyasi eleştiri romanına imza atmıştı. İnce Memed’in kahraman figürü olmasının yanında edebi niteliği; kurgusu, dili, iklimi ayrı değerliydi. Yetmedi üçlemesi Orta Direk, Yer Demir Gökbakır ve Ölmez Otu ile dünya edebiyatında bir ilki yaptı. Üçlemelerin her biri ayrı üslupla aynı karakterlerle ve başka olay örgüleriyle yazılmıştı. Yani bu üçleme hem ayrı birer roman hem de karakterlerin ruh değişimiyle aynı romandı. Bu, o güne değin dünya edebiyatında denenmiş ama başarılamamış bir uğraştı. Yetmedi, İstanbul’a gitti. Gazeteciliğe öykücülüğü soktu. Erzurum depremi de yazdı, yoksulluk nedeniyle ailelerinin başlarından kovduğu ve İstanbul’a düşmüş sokak çocuklarını da. Hem gazetecilikte röportaj içeriğini değiştirdi, tabi ondan sonra edebiyatta yetenekli insanlar gazetecilik yapmadığından bu tür yeterince gelişmedi, hem de sokak çocukları gibi büyük bir sorunu 1950’lerde görerek iler görüşlülüğünü ortaya koydu.

Yetmedi, Çukorova’nın değil şehrin romanını da yazabileceğini ortaya koydu. Kuşlar da Gitti adlı kısa romanı hem üslubunun bıçak gibi bilendiği hem yazı hacminin azaldığı hem de Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz ile başarabildiği sadeliğin ihtişamı yazı formunun Türk edebiyatındaki en nitelikli eseri oldu. Yaşadığı Basınköy ve Florya’daki çocukların gözünden hem çocukları edebiyata soktu hem şehri anlattı. Yine İstanbul’daki doğa katliamını Deniz Küstü ile anlattı. Bu büyük başarısıyla da doğma büyüme İstanbullu yazarların Batı formundaki romanlarını bir Çukurovalı ve köy romancısı yaftasıyla yazabileceğini göstererek “Edebiyatın sınırı yoktur” dedi.

Yetmedi, Anadolu kültürünü Ağıtlar, Gökyüzü Mavi Kaldı ve Sarı Defterimdekiler gibi eserleriyle anlattı. Zaten bunu ayrıca yapmamış olsa bile Çukurova’nın yerel dilini özellikle Fransız romantizm akımının Batı roman formuyla harmanlayarak oluşturduğu ve Yer Demir Gök Bakır ile zirveye çıkarttığı romancılığıyla zaten yapmıştı. Yani Batı kültürü ile Doğu kültürünü altın oranla birleştirdi…

Yetmedi, mübadele acılarına değinen en önemli yazar oldu. Bu kez üçlemede yaptığı ardıl ve farklı roman türünü Bir Ada Hikayesi’nde yaptı. Hem Türkiye’de de ütopik roman yazılabileceğini var olmayan bir Ege adası kurarak anlattı hem de romanın son cildini 88 yaşında tamamlayarak, “Artık eline kalem alamaz” diyenleri yanılttı.

Yaşar Kemal bunları yaparken sosyalist siyasetten kopmadı, inandıklarını savundu. Kürt bir yazarın Türkçe ile neler yapabileceğini ortaya koydu. Nobel’e sadece aday olmadı 70’lerin ilk yarısında komitenin ödül için ilk tercihi de oldu ama siyasi nedenlerle alması engellendi. Bunu yapanlar Türkiye’de olmasına karşın küsmedi. Hatta Orhan Pamuk Nobel’i kazandığında Pamuk’a “Siyaseten aldı” diye saldıranlara karşı durdu, “Pamuk’u çekemiyor” diyenlerin saldırırken Yaşar Kemal en önce arayıp bu sonraki kuşak yazarının başarısını tebrik etmişti bile…

Bir dostun izinden

Demiştik, yazarlığı eserinden değil insanlığının büyüklüğünden geliyor diye. Eserlerinden türkü yapıp 60’ların sonunda kapısını İstanbul’da çalan Ankaralı hakim çocuğu Ömer Zülfü adlı genci çok sevmiş. Daha kitapçıda buluştukları ilk akşam köfte yemeye evine çağırmış. Aynı genç 71 muhtırasıyla arananlar listesindeyken İsveç’e gidişine yardım etmekle kalmamış; İsveç’e bu genç dosta destek olmak için gidip orada yaşamıştı da. Zülfü Livaneli’nin büyük ustaların geçtiği kapıdan doğarken geçtiği kuşkusuz. Ama Yaşar Kemal’in ömrünün sonunda benim de şahit olduğum o insan sever yaklaşımı olmasaydı, Yaşar Kemal’siz hayatının çok çok zor olacağı da kuşkusuz…

O muhteşem kadınlar

Yaşar Kemal demişken iki kadının ismini de büyükçe yazmak gerekir. Thilda Kemal, Yaşar Kemal’in can yoldaşı, 50 yıllık eşi… Büyük ustanın rahat çalışmasında ve yaşamasında büyük pay sahibiydi Thilda Hanım. O yaşamını yitirdikten sonra Ayşe Semiha Baban da Yaşar Kemal’in son ana değin dimdik ayakta kalmasının başrol oyuncusu, onun ilerleyen yaşında yeni romanlar metinler yazabilmesinin hem sebebi hem ilham kaynağı olmuştur. O iki muhteşem kadına da Yaşar Kemal’in okurları çok şey borçlu.

İnce Memed, “Duvarın dibinde resmim aldılar. Ak kağıt üstünde tanıyın beni” diye başlar… Öyledir. Yaşar Kemal, okunacaklar arasında en değerlilerindendir. Büyük bir yazarın büyük bir insan olmakla olunabileceğini göstermiştir. Ustadır. Unutulmayacaktır… Ne de olsa, “O güzel insan o güzel ata binip gitti…”

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (2 Mart 2015)

Yorum yapın