Bazı yazarlarla ve kitaplarla yollarınızın kesişmesi boşuna değildir. Pencereden yağan karı izlerken “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak” üzerine düşünüyordum. Ankara’ya gelene kadar ömrümde sadece iki kez kar gördüğümü anımsadım. İlk gençliğimin o kadim şehri de kelimeleriyle eşlik ediyor şimdi yazıma.
Elimdeki kitabın ilk öyküsü, kitapla aynı adı taşıyor: “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak” … “Bir tek hikâyem olsun istiyordum, açık, net, dürüst…” diyen anlatıcının dili ne kadar da ‘tanıdık’: Uzun Çarşı’daki dükkânın taş eşiğinden atladığı gibi Affan’a koşan çıraklar, Rima’nın penceresi, Sabah’ın o dünyalar güzeli süt kızı, Atraş Ferit, karısı Nesibe, Sütçü Elize…
“Eski evin bahçesinde portakal ağacının dibine oturdum, beni çiftdilliliğe mahkûm eden yazgımı temize çektim, bahçe kenarında sanki sonsuz bir zamanın içinden çıkıp gelmiş gibi dolaşan yaşlı kaplumbağayı gördüğümde sarıldım ağaçların gölgesine…” Bizim oraları anlatıyor sanki, dedim. “Bir yazgıyı temize çeker gibi onun anlattıklarını temize çektim.”
Sonra, Asi Nehri’nin kenarındaki toprak yollardan Sabah’ın evine doğru koşarken buldum kendimi bir anda. “Eski odanın, yüksek tavanının altında uyumuş, ne zamandır içinde yaşanılmayan, kahvaltılık peynirlerin, çökeleklerin, zeytinyağı tenekelerinin, hububatın, kurutulmuş kırmızı biberlerin, nar ekşisi dolu kavanozların beklediği odada yatmış, örtmemiş üstünü, boynu tutulmuş sedirde. Duvarlara bile sinmiş saklı kokularla dolu her yer.”
“Geriye bir ünlem kaldı sadece!” diyen “Zamanhane” öyküsündeki anlatıcıyı merakla izledim. Kimi zaman acı, kimi zaman tatlı, kimi zaman da kekremsi bir dil eşlik etti yol boyunca. Dildeki şiirsellik akıcılığı sağlarken, anlamdaki kapalılık da sorgulamaya yol açtı. Küçük notlar düştüm.
Dile yaslanmış, imgesel öyküler…
“Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak”ı okurken öykülerin hayatın için(d)e bir yerlere gizlendiğini hissederiz. Karakterlerin birçoğu yaşadıkları toplumla uyumlu değildir. Dünyayı değiştirmeye kararlıdırlar. İdealleri vardır. İyi bir okuryazardır birçoğu. ‘Hapishane’ sadece parmaklıklar arasında değildir. Mesela, “Plak Fabrikası” öyküsünde bir başına kalanlar/ yalnızlar anlatılır. “Zamanla yitirilir sevgi.”, “Hayata duyduğun öfke, yanında yaşadığına yönelir.” , “Beraber yürüyorum sanırsın, oysa o çoktan terk etmiştir seni.”
Kitaptaki en çarpıcı öykülerden biri de “Gölgem Denizatı”dır. Ölüm anını anlatır sanki: “…DÜŞTÜM! Bir baş dönmesiyle ayağa kalktım ve yerdeki gölgemi gördüm… Denizde değil, toprakta debelenen bir denizatı olmuştum birdenbire. Aşağıda bir garip deniz dibi sarhoşluğu içindeydi, ara sıra yukarıya çıkıyor dans ediyordu benimle ve benden döllenmiş yavrular bırakıyordu denize.” Metaforik bir anlatımla yoğrulmuş bu metinde anlatıcı, yazmaya olan inancımızı tazeler: “Ben de onun çağrısına uydum, yaz diyen sesinin.”
“İkinci Kaptan” öyküsü dostluğa dair bir öyküdür. Çocuk masumiyetiyledir: “’Kaçsak Cani,’ dedim, ‘şu gemilerden biriyle çok uzaklara gitsek ikimiz.’”… Babasının ikinci kaptan olduğunu söyleyip duran bir çocuğun arkadaşına kurduğu o cümleler ne de iç burkucudur: “İnan yalan söylemedim sana. Bütün arkadaşları, kaptan derlerdi ona: İKİNCİ KAPTAN!”
“Düş Kapısı” eski zamandan kalma o soruyla açılır: “Gitmiş mi, Fransızlar?” Hafızası gidip gelen bir annesi olan anlatıcının iç sesini duyarız sıklıkla. Bir değil birden fazla ses hatta. “Karşıda portakal ağacının gölgesine kurulmuş masanın üzerinde kahve fincanları…” Acı vardır, suskunluk vardır, anımsayış vardır… Paralel kurgulu bir anlatım diğerlerinde olduğu gibi bu öyküde de dikkat çeker. “Şimdi, uzakta, suları kurumaya yüz tutmuş ırmak; Asi! Asi’nin üzerinde demirden köprü… Asi’nin döküldüğü yerde, seslerin, çığlıkların gökyüzüne yükseldiği yerde, kapıları açık evlerin içinden çıkan gölgeler çılgınca koşuşturuyor dar sokaklarda.” Atmosfer oluşturmada ve okuru o atmosfere dahil etmede oldukça başarılıdır yazar, “Her şey bir rüyanın gerçeğinde şimdi.” der.
“Sacit İçin Dünya” öyküsünde iki kadın arasında kalan bir avukatın yaşadığı ikilem anlatılır: “Ya Nigar Hanım, duyarsa? Bugün değilse, yarın… Bu soruyu hızla zihninden uzaklaştırdığı, unuttuğu günden sonra iki ayrı evin, iki ayrı zamanın, iki ayrı kadının ortasında kaldı Sacit Bey.” Bir yanda aralık perdeden yola özlemle bakan Mahinur’un gözleri. Diğer yanda Nigar Hanım’ın suskun duruşu, öne eğik başı…
Öykülerde imgeler göze çarpar. “Bir Tenorun Tutuklanmadan Önceki Son Günü” ndeki kuş 12 Eylül’ün habercisidir sanki. “Sessiz Sokağın Askerleri” yine bir eylül atmosferini imler. Geride kalan, hatta üstü tozlanmış anılara aittir: ‘Haki renkli parkalar’ , ‘iki tank: zırhlılardan’, ‘faşist direniş’, ’13 Eylül gecesi’, ‘Talat’ın işkenceden çıkamaması’ ve ‘Tülay’ın bedeninin Mamak’ta tükenişi’… Şimdi öykünün ana karakteri, elinde kitabıyla kitap okumaya dalmıştır: Ansızın körleşen insanların anlatıldığı o romanın atmosferi çok uzak değildir okuyana: ‘Körlük’…
Bilinç akımının sıklıkla kullanıldığı öykülerle örülü bir kitap “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak”… En çok dikkat çeken unsurlar eş zamanlılık, imgesellik, anlatıcıların değişmesi, iç monolog tekniği ve kapalı/ metaforik anlatımdır. Öyle kolayca, bir çırpıda okunup geçilebilecek türden değil bu öyküler; durup üzerinde düşünülerek, kelimeler arasındaki boşluklara dahi dikkat kesilerek okunması gereken türden. Kimi zaman düşen, kimi zaman yükselen, ama kendi içinde muhakkak bir devinimi olan öyküler. Ritmi, kalbimizinki gibi… ‘Zik Zak Zik Zak’…
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (13 Şubat 2015)