80’li yılların ikinci yarısı. Sevgilimle tartışmıştım. Bu dünyadan buhar olup uçmak istiyordum. İçimdeki büyük yangın kontrol altına alınmalıydı. Şiire de âşık olduğum o yıllarda, altılı ganyanın ne olduğundan habersizdim; fakat harçlığımın bir kısmını gözümü kırpmadan bir ata oynamıştım: Şiir Atı. Jokeyleri; V. Bahadır Bayrıl, Seyhan Erözçelik, A. Osman Hakan ve Ali Günvar’dı. Şiire tutkun bu genç şairlerin cesur bir dergicilik girişimiydi Şiir Atı. Hoş, günümüzde de bu durumun değiştiği pek söylenemez. İlk kez Şiir Atı’nda okuduğum, “masalsı”, “garip”, “anlaşılmaz” ve rengârenk kültürel-tarihsel bir kilimin dokunduğu bu şiirlerin ikliminden südûr eden dizelerin aşk acıma merhem olacağı kimin aklına gelirdi! Pablo Neruda’nın dediği gibi: “Şiir, ona kimin ihtiyacı varsa onundur.” Harpût’a ihtiyacım vardı. Ve Harpût benimdi artık. “görmek istemiyorum / gözümden ye beni / duymak istemiyorum / kulağımdan ye beni / düşünmek istemiyorum / kafamdan beni yût / harpût”
29 Aralık 1907’de dünyaya gelen (öte âleme 15 Ekim 1958’de yürüdü) Mevlevî muhibi, bu “bobstil” Beylerbeyi sakini şair, cumhuriyet döneminin hem Doğu hem Batı kültürünün kaynaklarını şiirine usul usul, güle oynaya yedirmiş, değeri, önemi yeteri kadar anlaşılamamış, gözden ve gönülden ırak düşmüş, unutulmuş çok ilginç bir kişiliğidir. Şiir Atı, hayatıma Âsaf Hâlet Çelebi’yi; o ise Sanskritçeyi, Rumcayı, Farsçayı, Arap, Fars, Hint kültürünün kodlarını, tasavvufun muazzam birikimini “orijinal” şiirine soktu bir çocuk saflığı içinde… Şiir Atı’nın “Asaf Hâlet Çelebi Yaprakları”nın bir nev’i “dosya” konusu yapıldığı 1986 tarihli 2. sayısından sonra, Adam Yayıncılık’ın 1983’te yayımladığı Om Mani Padme Hum’unu satın aldım. “Bir vardım bir yoktum”, büyük bir ırmaktı Om Mani Padme Hum.” (3 kere)
Artık yayın dünyasında olmayan Adam Yayıncılık’ın sevabı kadar, günahı da vardı. 1953’te Yeni Matbaa’da Yeditepe Yayınları tarafından basımı yapılan Om Mani Padme Hum, dizgi yanlışlarıyla “tıpkıbasım” mantığıyla basılmıştır. Psikiyatr, hikâyeci ve ressam kimlikleriyle Sait Faik’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ve Cahit Irgat’ın düşünce denizinde taş sektiren, unutulmuşluk suikastı kurbanı ve tam bir “marjinal” olan Fikret Ürgüp’ün kapak düzeniyle, Selim Turan’ın üç deseniyle, Arif Kaptan’ın ve Fahrünnisa Zeid’in desenlerini de görebilseydik keşke, Om Mani Padme Hum’da! He ve Lâmelif’e göz atılmaması, Adam Yayıncılık’ın 1983 tarihli Om Mani Padme Hum’unda hazin sonuçlar doğurmuştu/r.
Dört yılda bir yapılan milletvekili seçimlerinde bağımsız adaylığını ilan edip parklarda, meydanlarda nutuk atan, etli, kırmızı yanaklı, toparlak çehreli, kısa boylu, ceketinin yakasına taktığı çiçeğin kökünü mendil cebindeki küçük bir şişedeki suyla besleyen, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde kütüphane memurluğu da yapan (önceleri zabıt kâtipliği, Osmanlı Bankası’nda ve Devlet Deniz Yolları’nda memuriyet) bu “mistik şair”, yaşadığı dönemde pek çok kişi tarafından yadırganıyordu. Seyhan Erözçelik de bu “yadırganma” hususunun altını, Haldun Taner okumalarından yola çıkarak şöyle çizmişti Şiir Atı’ndaki “Son Vezir Asaf’ın Şiir Dünyasında Nedircik Yavruları Bir İpuçlandırma Çalışması”nda: “Zamanında çok tiye alınmıştır. Bunu biraz da onun teatralliğinde aramalı: Matinelerde, sözgelimi Tevrat ya da Kilise şiirini okurken, hareketleri, edası ve ses tonu size bir sinagogun ya da kilisenin bütün atmosferini de çiziverir(miş). Artık rastlanmayan türden bir İstanbulluluğun özellikleri, kibarlık ve nezaket de bu tiye alınmanın nedenlerindendir belki.”
Şimdi de Haldun Taner’den okuyalım: “Çelebi, her şeyi tabak gibi ortada bir insan olduğu için onun şiirlerindeki mistik hava ile yaşamındaki bu bağırgan çocuksu yaklaşım, çoğu kimseyi yadırgatıyordu.”
Okullarda bir vakitler “edebiyat matineleri” vardı. Darüşşafaka’da “edebiyat kolu”nda olan babamdan, ilk gençlik anılarını anlatırken, pek de kulak kabartmadığım bir hâtırasını, şiire gönlümü düşürdüğümde tekrarlamasını istemiştim. Bir gün vapurda, vapur Beylerbeyi iskelesine yanaşmak üzereyken, Âsaf Hâlet Çelebi’yi görmüş. Davetiyeyi okul çantasından çıkarmış, Âsaf Hâlet Çelebi’ye uzatmış çekinerek: “Okulumuza gelir misiniz?” “Bir Mevlevî şeyhi kadar munis” haliyle, geleceğini söylemiş Âsaf Hâlet Çelebi. Ne hâtıra ama!
Âsaf Hâlet Çelebi (ve Arif Dino) yazdığı “yeni”, “garip” ve dahi “sürrealist” şiir sebebiyle oldukça tepki çekmiştir yaşarken. Bir kimyager gibi, şiiri/ni “saf”laştırmaya adamıştır kendini. Bunu yaparken de şiirinde hem “imge”yi hem “ses”i kullanmıştır olanca cesaretiyle. “Sidharta, Mısrı Kadîm, Kilise, Sema-ı Mevlânâ” şiirlerinde kullandığı “yabancı kelimeler” için şöyle der: “[Ş]iirlerimde kullandığım yabancı kelimeler ve formüllerdir ki mânâlarını anlamaya ihtiyaç yoktur. Çünkü bunların mânâları anlaşılırsa şekil ve âhenklerinin güzelliğine okuyucu dikkat etmez. Bir çan sesi duyulduğu vakit, bir bülbül öterken dinlendiği zaman bunların hangi notadan çalındığı düşünülebilir mi?”
Yazdığı şiirin hesabını vermiş, şiir anlayışını en ince ayrıntısına kadar yazıya geçirmiş, şiirin “yapılan” bir şey olduğunu cümle âleme göstermiş, şiirde rastlantıya prim vermemiş, Uzakdoğu-Batı-Asya kültürlerinin kodlarını şiirine ustaca lehimlemiş, şiirini “mistik”, “masalsı” temalarla çepeçevre sarmış, “zaman”ın ve zamanının ötesindeki şiirleriyle “müşahhas ile mücerred bir âlem” inşa etmiş bir şairdir Âsaf Hâlet Çelebi. Şiirlerinde “Nirvana”dan, “Budha”dan, “Çin ü Maçin”den, Hint kültürünün motiflerinden çokça bahsettiği için onu “Budist” zannedenler bile olmuştur! Oysa Âsaf Hâlet Çelebi’nin babası bir Mevlevî’ydi ve tabii ki oğlu da bu kültür ikliminde yetişmişti. Münevver Ayaşlı’dan: “’Çelebi’ adı nereden geliyordu, hakikaten Cenâb-ı Pir’in neslinden mi geliyordu, bilmiyorum, fakat Hazreti Mevlânâ’nın yolundan olduğu muhakkaktı, oğlu Asaf’ı da pek güzel yetiştirmiş, kendisinden, ruhundan pek çok şey vermişti.”
“Yine segâh ağır semainin meyanındaki ‘sünbüle tiz’ ve ‘tiz hicaz’ seslerinde de birlik yoktu; bestenigâr bestenin meyanında da aynı hal mevcuttu.” yazabilecek kadar da engin bir müzik bilgisine sahip olmasını, Üsküdar Mevlevîhânesi Şeyhi Remzi Akyürek ile müzikolog Rauf Yekta Bey’den “musikî ve nota dersleri” almasına borçludur Âsaf Hâlet Çelebi. Kendi masalını, mahallî ile cihanşümul kültür kodlarıyla harmanlamış; çocukluğunun, ilk gençliğinin, aşklarının, hayal kırıklıklarının, maddî ile maddî olmayan âlemlerin enfes bir fotoğrafını çekmiştir dizeleriyle. O Âsaf Hâlet Çelebi ki “intertextuality” (metinlerarasılık) hususunda “Nirvana”ya ulaştığı rahatlıkla söylenebilir şiirleri incelendiğinde. Hallâc-ı Mansûr, Budha, Cüneyd-i Bağdâdi, Hz. Âdem, Mevlânâ… Şiirlerindeki yoğun göndermeler, sıkı mı sıkı dinsel-kültürel-tarihsel zarif ilmekler zaman içinde çözülmek şöyle dursun, bugün bile en şık haliyle şiirimizde gökkuşağı etkisi yaratmaktadır. İnsana parmak ısırtan bir “âhenk”in hüküm sürdüğü şiirlerindeki “arketipler”, bir şamanın ağzından dökülmüş intibaı uyandırır. Her kelime, hedefini bulan ipekle kaplanmış bir mermidir âdeta. Dizelerdeki her “ses”, başka bir “ses”le “âhenk” içindedir. Masallar, tekerlemeler, mitolojik aktörler, zengin tasavvufî göndermeler, Osmanlı tarihi ve ille de çocukluk, ilk gençlik hâtıraları…
Şiirleriyle, yazılarıyla edebiyat tarihimizde okkalı bir yer edinmesi gerektiği halde, “bir şekilde” ıskalanan Âsaf Hâlet Çelebi hakkında Semih Güngör takma adıyla Suffe Yayınevi’nden bir kitap çıkartan Mustafa Miyasoğlu’nu okuyalım: “Bugün Asaf Hâlet’le ilgili yazılar yazıldığına bakmayın, onunla ilgili tanıtma kitabı yayınlandığında, kitaplarımızı yayınladığımız Suffe Yayınevi’ne tek kitap siparişi gelmedi.” Ölümünden sonra “unutulmuş şairler” kavminin önde gelen bir ismi oldu Âsaf Hâlet Çelebi. Neredeyse kırk yıl boyunca “bir yoktu” pir yoktu! Şiir Atı’nın yıllar önceki çok şık bir “sprint”iyle hafızalarımız tazelendi, kendine geldi. Suffe Yayınevi’ndeki hazin tecrübenin ardından, sahaflarda, müzayedelerde uslu bir çocuk gibi oturan Çelebi, Hece Yayınları’nın da vefalı yaklaşımıyla mahzunluktan bir nebze olsun kurtulabildi.
Âsaf Hâlet Çelebi’nin şiirlerini çözümlemeye, “hissetmeye” çalışmak bir “deneme”ye sığmayacak kadar derinliklidir, çok boyutludur. Gene de şiirinin kök saldığı, ete kemiğe büründüğü gürül gürül akan kültürel-tarihsel ırmağı göz önüne sermesi bakımından “Nûrusiyâh” şiiri enfes bir örnektir. Bu şiir, bence, Âsaf Hâlet Çelebi’nin şâheseridir, şiirdeki zirvesidir: “bir vardım / bir yoktum / ben doğdum / selimi sâlisin köşkünde / sebepsiz hüzün hocamdı / loş odalar mektebinde / harem ağaları lalaydı / kara sevdâma / uyudum / büyüdüm / ve nûrusiyâha ağladım / nûrusiyaha ağladığım zaman / annem sûzudilâra idi / ve babam bir tambur / annem sustu / babam küstü / ama ben niçin hâlâ nûrusiyâha ağlarım / nûrusiyâaah / nûrusiyâaahhh”
Bu büyük şiiri çözümlemeye girişmiyor ve “kilit”ler için anahtarları sıralıyorum: Selimi sâlis, tambur, sûzudilâra, nûrusiyâh, Hüsn ü Aşk -Mirâciye-, loş odalar mektebi, Mekteb-i Edeb, Kadir Gecesi, Aşkın Okunmaz Kıyıları ve dahi bir otelin merdiveninde, elinde kırık bir süpürge sopasıyla sıvası dökülmüş hayatımıza baktığı ânın fotoğraf karesindeki rahmetli Metin Altıok… “Müşahhas ile mücerred bir âlem” kuran, kat kat soyulabilen, kaleydoskop zenginliği barındıran, olağanüstü bir mücevherdir Nûrusiyâh.
Nasıl ki II. Yeni’ye “kaçış” şiiri denildiyse, Çelebi’nin şiiri için de benzeri bir yaklaşım ileri sürülmüştür. “Slogan” şiiri yazmamıştır Çelebi. Devrinin siyasal-toplumsal hadiselerini değil de kültürel-tarihsel olaylarını “şiirsel”, alışılmamış, “entelektüel” bir zarafetle şiirine taşımış olması, “Fransa İçin Şiir” adlı “savaş karşıtı” harika şiirini yazmasını engellememiştir. Nazilerin Fransa’yı işgalini ve o insanlık trajedisini “masalsı” bir formda dizelerine yükler. Türk masalları ile Fransız masallarını bilinçaltının dehlizlerinde buluşturarak telmih sanatının seçkin bir örneğini verir. “yanan paris’in çocuklarını / öperek ağlamak istiyorum / belki masallarımda uyurlar” dizelerindeki yürek burkan “pure” hissiyatı öperek ağlamak istiyorum ben de!
Günümüzde “oryantalist”, “hikmet sahibi” yerli ve yabancı yazarların “kişisel gelişim” kitaplarının, romanlarının niçin bu kadar çok sattığını anlamak için tramplenimiz Âsaf Hâlet Çelebi olabilir. “Annemiz sustu”, “babamız küstü” bize, bu post-modern fecrde. Bir avuç kendinden menkul “mistiğin” ihtisas alanı oldu “tasavvuf”.
Ferrari’sini satanlar, Şems’i bir kaybedip bir bulanlar atılmadık cirit bırakmıyorlar memleketin “edebiyat” ortamında. Hayatı maddeye indirgeyen bu maddeci görüş, duyuş ve tüketim sistematiği gündelik hayatın içindeki tasavvuf pratiğini, samimi mistik arayışları yeşeremeden budamıştır. Kendi kültür tarihine yabancılaşan, yabancılaştırılan bireyler, Mevlânâ’nın, Cüneyd-i Bağdâdi’nin ve derin mi derin tasavvuf kültürünün hikmetine, sırrına, mânâsına otomobillerini satıp “bilge”leşenlerden ve “yabancı” dilde yazdığı kurgulanmış eserlerini Türkçeye çevirtenlerin dillerinden vâkıf olmaya çalışmaktalar günümüzde.
Haldun Taner’den: “Yolunu ve asrını şaşırmış bir derviş gibi onu çok yadırgayan hoyrat bir çevrenin içinde bir gün bile sızlanmadan, kimseyi bir an töhmetlendirmeden, olgun bir hoşgörü ile sessiz sedasız yaşadı.” Bir masal kahramanı gibiydi Âsaf Hâlet Çelebi. Haldun Taner’den okumaya devam edelim: “Yakasına çiçek takıp kökünü mendil cebine yerleştirdiği küçük bir şişenin suyu ile beslemesi, kocaman bir gülsüz gezmeyen Oscar Wilde’ın dandyliğini anımsatıyordu. Şiirlerini okuyuşundaki -için için belki kendinin de alayını çıkardığı- aşırı önem ve her şiirin havasına göre ayrı bir kişiliğe bürünüş yeteneği, çoğu kimsede bir hafiflik etkisi bırakıyordu. Asaf Hâlet, böylece ciddiye alınmaktan çok, insanı bohem renkliliği ile gülümseten bir çağrışım oluyordu.”
“Anlamsız, anlaşılmaz” bulunmuştur Âsaf Hâlet Çelebi’nin şiirleri yaşadığı dönemde. Şiiri, hiç şüphe yok ki “bilgili”, “kültürlü”; kısacası “donanımlı” bir şiir okurunu şart koşar. Okyanusa çay kaşığı daldıran, ondan kepçe bereketi beklememeli elbette. Handiyse bir kültür tarihçisidir, Çelebi. Hem de yalnızca kendi ülkesinin değil! Şu kadarını söylemek gerekir ki bu şiirin lezzetine varabilmek, hazzedebilmek, hazmedebilmek için en azından, III. Selim’in bestekârlığından haberdar olmak lazım gelir. “Ayna” metaforunu kullandığı “Rüyalar” adlı şiirinden: “her gün / karışık rüyalar görürüm / sincâbî uykularda / hayaller belirir / kaybolur / aynalar görürüm / aynalarda rüyalar / bütün bahçeleri / kuşlarıyla / silinir”. V. B. Bayrıl, “Eksik Tay” şiirinde, “Şark’ta hakikat aynasız anlaşılmaz” der. “Anlamsız” değildi Âsaf Hâlet Çelebi’nin şiirleri; şiirleri anlamın çok ötesinde, anlamanın, kendini aramanın, bulmanın, sezginin şiirleriydi.
Şair ölmez, insan ölür. Âsaf Hâlet Çelebi de ölmedi. Tıpkı “Cüneyd”de yazdığı gibi: “bakanlar bana / gövdemi görürler / ben başka yerdeyim / gömenler beni / gövdemi gömerler / ben başka yerdeyim”. Ahmet Hamdi Tanpınar 1959’da şöyle yazıyordu: “Biraz evvelki nesilden Asaf Hâlet Çelebi’yi de bizde lettrisme ile karışık bir çeşit surréalism’i deneyen bir şair olması itibariyle sayalım.”
Birkaç hafta sonra sevgilimle barışmıştım. “Misafir”i okuyordum artık geceleri odamda, o saf Hâlet-i rûhiyeyi yâd ede ede: “sana bakarak / bütün yüzleri unutmak / kendimden / ve arapsaçı olmuş / bir sürü / hikâyelerden bıkarak / sana misafir geliyorum / denizlerin sesi içinde / ve gündüz güneşlerinde / şaşırmış / sana misafir geliyorum / biraz daha uykuya yakın / biraz daha dalgın / biraz daha başka şeylerden uzak”
Adnan Algın – edebiyathaber.net (3 Şubat 2017)