Tarih yazıcıları, tarihin ne kadar nesnel ve yansız olduğu iddiasında bulunurlarsa bulunsunlar, tarih hiçbir zaman nesnel ve yansız değildir. Bir olaya bir ağacın tepesinden ya da dibinden baktığınızda gördüğünüz şey nasıl aynı değilse, tarih de baktığınız, bulunduğunuz yere, ait olduğunuz sınıfa göre değişir. Meşhur bir söz vardır; av ile avcıların tarihi aynı değildir, hiçbir zaman da aynı olmayacaktır. Bu bağlamda işçilerin, emekçilerin tarihiyle patronların tarihi aynı değildir.
Aralık ayında NotaBene Yayınları’ndan çıkan Tekgül Arı’nın son romanı “Off Günü” bağlamında değişen, genişleyen proleter tanımına ve AVM emekçilerine getirmek istiyorum sözü.
Son yirmi-otuz yıldır kırsaldan kentlere yönelik nüfus hareketleri, kentlerin hızlı ve kontrolsüz büyümesi önce süpermarketleri, daha sonra ise büyük alışveriş merkezlerini (AVM) ortaya çıkardı. Hele son yıllarda iktidar politikalarının bir sonucu olarak kontrolsüz, adeta mantar gibi büyüyen, içerisinde giyimden gıdaya, güzellik ürünlerinden yeme içme yerlerine kadar her türlü iş yerini barındıran bu devasa mekânlar artık yaşamımızın bir parçası oldu. Dar gelirlisinden varsılına kadar buralara gitmeyenimiz, alışveriş etmeyenimiz de yok gibi.
Şimdiye kadar hep AVM’lerin büyüklüğü, gösterişi, güzelliği, eğlenceli oluşları konuşuldu. Ama onun içinde bizlere hizmet sunan AVM çalışanlarının sorunlarından pek söz edilmedi. Orada, parlak spot ışıkları altında, vitrindeki mankenler gibi güzel, alımlı ve her zaman gülen bir yüzle müşterilerini karşılayan bakımlı genç kadın ve erkekleri gördük. Genel olarak hizmet sektörü olarak adlandırılan, özünde işçi statüsünde olan çalışanların sorunlarını, yaşam biçimlerini hiç düşünemedik. Bir alışveriş merkezinin sunumuyla tanıdık, daima gülümseyen yüzleriyle değerlendirdik onları.
Her şey o parlak ışıkların altında göründüğü gibi mi? Görünenin altında, gerisinde saklı olan, gölgede kalan bir şeyler var mı acaba? Varsa, bunları görünüre kim, kimler taşıyacak. Tüketim iştahımızın geldiği nokta bu kadar körleştirmiş olabilir mi bizleri?
Çok azımız orada yaşanan acıları, dramları, geçim sorunlarını, yani insana dair olan hikâyeyi gözlemleyebildik. Burada, toplumun sanatçılarına, edebiyatçılarına düşen bir sorumluk, hatta bir görev var mı?
Tarih sadece tarihçiler tarafından yazılmaz, bir de edebiyatçıların yazdığı ve toplumsal yapıyı bir bütün olarak anlatan romanlarda okuya geldiğimiz emek tarihi var. Peki AVM’lerin, dolaysıyla oradaki emekçilerin az bilinmesine sebep olan, reklamlarla pompalanan tüketim iştahının gölgesinde kalan emekçi yüzler nerede? Yazar, romanında bu olguya ayna tutmuş. Biz de bu aynadan bakarken içeride yaşananları görmeye başladık. Yazar, ilkin AVM emekçilerinin vitrindeki mankenler gibi, sürekli gülümseyen yüzlerinin ardındaki gerçeği gözler önüne seriyor:
“Onun hakikati altı yüz metrekarelik, penceresiz, kısa paravanlarla bölünmüş, dikdörtgen alanda, esnedikçe esneyen çalışma zamanında müşteri çekim yasasına hizmet edebilmekti/Bazen yükün ağırlığı altında plastik askı gibi gerildikçe gerilir, daha fazla taşıyamayınca yüreği bükülüp mimiklerine vururdu/Oysaki mağazada iklim anlık değişirdi. Hiç eksik olmayan fırtına çıktığında duygularına iliştirdiği iğneler yerlerinden kayar yüreğine batardı. Canı yana yana zoraki gülümserdi.”
Bize yaşamımızın bir parçası hâline dönüşen AVM’lerin kısa sürede büyümesiyle ilgili önemli bilgiler de veriyor yazar. İlk AVM’nin 1987’de açıldığını, 2016 yılı itibariyle bu sayının 414 olduğunu, ciroların ise 2014 yılı sonuyla 83 milyara ulaştığını, yine aynı yıl itibariyle iki milyar kişi tarafından ziyaret edildiğini öğrenirken, şaşırmadan edemeyiz. “Artan ziyaretçi sayısı eşittir yüksek satış. Evet, ‘Hızlı hareket et ve bir şeyler kır’ diyen Zuckerberg’in sözü AVM’ler için hayli uygun.” Bu bilgiler ışığında kapitalizmin doymaz ruhunun AVM’lerde mevzilendiği açıktır. Daha çok kâr için çalışanların en basit ihtiyaçlarını karşılamasına bile izin verilmediği çalışma alanında çalışanların kameralarla sürekli gözetim altında tutulmaları da içimize dokunur. “Çalışanları satışı kaçırmamak için tuvalet ihtiyacını bile ötelerlerdi. Kasık ağrılarını ne patron ne de bölge müdürü bilirdi. Güneş de yukarıdan aldığı emirle, zaman kaybını önlemek amacıyla onların kişisel ihtiyaçları için gereken süreyi abartmalarına izin vermezdi.”
Abartısız ve sade bir dille kurulan romanda üçüncü tekil anlatımın yanı sıra ben anlatım kullanılmış. Yazar, başkarakter Güneş’in söyleyemediklerini iç sesle vermiş. Dile diyalog kullanımı da eklenince roman iyice hareketlenip AVM’nin canlılığına uygun düşmüş.
Romanda, çalışanlarla ilgili birçok olgu işlenmiş. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nün amacı bile tüketiciye hizmete dönüştürülmüş. Değişen üretim ilişkileri, değişen proleter kavramı, onların örgütleşememesi ve daha birçok şey var… Aşk acısı, sevgi, dostluk da var. İnsan var. Benzinliğin arasında gizlenmiş bir tarih, Akköprü’nün acısı da. Off Günü romanını okuyan her okur, bana göre, AVM’leri artık bildiğimiz görkemli yerler olmaktan öte işçilerin, emekçilerin alın terlerinin çiğnendiği, sömürüldüğü birer sömürü yeri olarak da görmeye başlayacaklardır. En iyisi yazıyı daha fazla uzatmadan okura teslim edelim romanı. Son sözümüzü, Güneş’in bölge müdürüne söyleyemediği iç sesiyle tamamlayalım:
“Senin gibi düşünenler yüzünden biz hep bir kenara teyellenerek yaşamaya çalışıyoruz. Bizim gibilerin hayatı söküle söküle küçülme eğrisinin aşağısına inip eksi bakiyelerle sonlanıyor. Patronlar asgari ücretimize bile göz dikmiş. Elimizde avucumuzda ne varsa alıyor. Bu yüzden, onlar için yükselen gelir eğrileri çiziliyor.”
edebiyathaber.net (18 Ocak 2023)