Burnumda şehrin kokusu koşar adımlarla yürüdüm.Tarihin el ayak izleriyle, sesleriyle, ruhuyla dolu eski merkezi ile kimliksiz yeni yaşam alanı arasında geçiş görevi gören büyük meydanından geçtim. Bazalt taşlarıyla vücut bulmuş yapıların kuşattığı, her zerresinde binlerce yılın hikayesi gizli, şefkat dolu bir anne gibi kucağını açıp bekleyen caddeye adım attım. Şimdi olabildiğince sakinim. Çünkü kadim zamanların yapıları, gelenekleri ile kuşatılmış bu yol, secde eder gibi usulca adımlanmalı.
Bambaşka bir ruhu var buraların, yakınlaştığınızda sizi sinesine alan aynı zamanda derinlerde bir yerlerinizi acıtan büyülü bir ezgi gibi. Yüzyıllara meydan okuyan surların kucakladığı; hanlar, kiliseler, camiler, minareler, çeşmeler, minik taşlarla bezenmiş uzun yolun iki yanına serpilmiş. Etrafta ahenkle volta atan baharat ve ekmek kokuları, geleneksel tatlara sizi davet eden küçük dükkanlar: Seyyar tespihçiler, boyacılar, meyan şerbetçileri…
Karşılıklı iki sıra halinde ilerleyen kalabalığı izliyorken, caddenin girişinde hemen solda duran küçük türbenin önünde dua eden genç bir kadını fark ettim. Başörtüsünün kenarıyla gözyaşlarını siliyor, üç dört yaşlarında bir çocuk eteğini çekiştiriyor, çok genç çok güzel ve çok çaresiz duruyor.Köşedeki küçük türbe, insanlığa sayısız ‘çare, derman’ borcu olan binlerce türbeden sadece biri.
Uzaktan yörenin diliyle söylenen bir şarkı çalındı kulağıma. Bekledim, ses giderek yakınlaştı. Az sonra bu sesin sahibiyle gözlerimiz buluştu. Bu kişi üstü başı perişan, kırk yaşlarında bir dengbej. Dilini bilmiyorum, sesle ruh verdiği hikayenin acısını hissediyorum, göz göze kaldığımız birkaç saniye uzak bir diyarın tanıdık bir sızısıyla buluşturuyor bizi. Türbede önünde duran kadının sızısı da dualarıyla katılıyor bize. Dengbej, az ilerdeki caminin önündeki küçük parka doğru gitti. Caminin kemerli avlu kapısı parkın içine açılıyor.Parkın dört köşesinde birer bank yerleştirilmiş, dut ağacının ilkbaharla coşan yapraklarının gölgesi düşüyor taş zemine. Dengbej bir yandan şarkısını söylerken, tahtaları ayrılmış bir banka oturdu, hemen karşısındaki banka da ben oturdum. Gözlerimi kapattım, ilerideki bakırcılar sokağından gelen sesler bakır döven ellerin hikayesi ile eşlik ediyor dengbejin ezgisine. Eski mabetlerdeki ibadetler, hanlardaki yolcuların uykusu, çeşmelerden akan sular, havanlarda dövülen baharatların kokusu ve bütün bunların içinde büyüyen masallar, meseller, hikayeler yüzyıllar öncesinden nefes olup bugüne aktı. O tatlı nefes esintiye dönüşüp yüzüme çarptı ve gözlerimi açtım.
Şimdi cami avlusunun kapısında ışıldayan sarı çerçeveli sandığının başında oturan yaşlı ayakkabı boyacısını görüyorum. Kafasında kasketi, tütünden sararmış bıyıkları ve üzerindeki yeleğiyle dedemi hatırlatıyor bana. Yüzünde derin çizgiler, ellerinde nasırlar, geçmişte çiftçilik yapmış ya da ağır bir işte çalışmış olmalı. Onu izlediğimi fark ediyor, ışıldıyor gözleri, mahcup gülümsüyor. Ayakkabıları üstü başı eski ama pırıl pırıl. Kucağında duran elleri taşıdığı nasırlarla çok şey anlatıyor, dengbejin şarkısı çok etkiliyor onu belli, uzaklara dalıyor.
Küçük bir çocuk oturduğum banka doğru koşarak geldi ve önümde gezinen kuşları kovalamaya başladı. Az önce türbede dua eden genç kadının çocuğu bu. Başımı çevirdim, yan tarafımda köşede duran banka ilişmiş gözü yaşlı annesini gördüm. Ağlamaklı, çocuğa seslendi, gitmedi çocuk. Uzağında kalmak istemedi yavrusunun gelip yanıma bankın diğer köşesine çekinerek oturdu. Dengbejin sesi yükseldikçe göz yaşları sicim gibi aktı kadının. Çantamı açtım, su şişesi, anahtarlarım ve türlü eşyamın arasından kağıt mendili bulup çıkardım kadına uzattım. Önümüzden iyi giyimli genç bir adam geçti, hiçbir şey söylemeden ayağını boya sandığının üzerine koydu ve ayakkabı boyacısına eliyle hadi der gibi bir işaret yaptı. Telefonunu çıkardı ve yüksek sesle konuşmaya başladı. Dengbejin ruh verdiği hikayede buluşan; ben, ayakkabı boyacısı, ağlayan kadın ve çocuğu, bakırcıların sesleri, hep birlikte incindik, sessiz bir sözleşmeyle buluştuğumuz kutsal bir ritüeli bozdu adeta adamın sesi. Ayakkabı boyacısı hızla boyuyor adamın ayakkabılarını, sanki bir an önce gitmesini istiyor. Dengbejin sesi kırılıyor ara sıra. Dengbej, hızlıca boğazını temizleyip devam ediyor. Boyanmış ayakkabılarına teftiş eden bir dikkatle baktı adam, cebinden çıkardığı bir avuç bozuk parayı ayakkabı sandığına fırlatıp uzaklaştı. Ayakkabı boyacısı kederle fırçasını yere bıraktı, ellerini kucağında kavuşturup bir süre öylece durdu. Yere dökülen paralara baktı baktı… Omuzlarına yitirilmiş bir insanlığın acımasız ağırlığı çöktü, yüzündeki çaresizlik dengbejin o kadim nefesine tutundu. Hüzünlü bir rüzgar; kervansarayların, bedestenlerin, kiliselerin, camilerin, çeşmelerin üzerinden, ağlamaya devam eden kadının, onun eteğini çekiştiren çocuğun yamacından eserek geçti. Sormasaydım olmazdı. Kadına yavaşça döndüm ve dengbejin ne anlattığını sordum. Kadın, ürkek, ağlamaklı ve ince sesiyle yanıtladı:
‘Bütün arkadaşlarım ve dostlarım gitmişler, uzak şeyhlerin mağribine
Ve hepsi derin bir vadide derin gönüllerin ve sözlerin peşine düşmüşler
Ah felek yine hain çıktı, kandırdı bizi.’
Öğle ezanın sesiyle caminin kuşları havalandı. Dengbej, ayakkabı boyacısı, ağlayan kadın ve çocuğu kuşların kanadına tutunup kayboldular.
Aslı Avcı Türkkanı kimdir?
1982 yılında Diyarbakır’da doğdu. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sanat Tarihi Bölümünü lisans, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitimde Yaratıcı Drama Bölümünü yüksek lisans olarak tamamladı. Çocuk ve yetişkin gurupları ile drama çalışmalarını sürdürmektedir.
edebiyathaber.net (25 Nisan 2019)