
I.
Kitaplar ve bilumum yazılı malzeme üzerindeki tekil, biricik, geri alınamaz müdahaleler; apansız beliren notlar, karalamalar, altı çizilmiş satırlar, vurgular, noktalama işaretleri, mürekkep lekeleri; aralarında kurutulmuş çiçekler, ansızın ortaya çıkan kargacık burgacık notlarla dolu pusulalar bana onların aslında hedefsiz mektuplar olduğunu söylüyor. Hayatı etraflıca okuma yollarından biri olarak ele alınabileceklerini iddia etmek işgüzarlık sayılmaz sanki. Buna dair tefekküre dalmayı; karşıma çıkanları kurgu tohumları gibi görüp incelemeyi alışkanlık haline getireli epey olmuş. Alışkanlık ama takıntı değil. Biriktirme, tasnifleme, iz sürme yok.
Öyle mektuplar ki bunlar; kimin kime hitaben yazıp çizdiğinin kaydı tutulmamış; gizli yazarın da onu okuyanın da neyi ne zaman neden önemsediğine dair hatıra çoktan silinmiş. İki uçlu kayıp. İki uçlu kazanım. Uzağa havale edilmiş buluşma. Bellek boşluğa emanet. Kimbilir belki çoktan göçmüş eli o sırada kalem tutan. Anonimleşmişlerse de içeriklerini hüzne davet gibi okumak anlamı gölgeleyecektir. Dağılsın o halde kolaycı keder bulutları. Sinerjiye odaklanalım ki yollar açılsın. Topu üçüncü havada yakalayacak. Er geç.
Göndereni de gönderileni de belirsiz böylesi mesajların bulundukları –okundukları– zeminden ilham almış ya da onu bahanesi kılmış olmaları yüksek ihtimal. Yüzünü yeraltından çıkarmamış yazarların bahçesi olabilecekleri gibi bize oralardan göz kırpan tanıyıp sevdiğimiz sanatçıların izdüşümü olma ihtimalleri de mevcut. Kitaplardaki izlerden devşirilecek bir arşivde dolaşmak hoşuma giderdi. Meçhul külliyat. Derleyenden daimi hassasiyet bekleyecektir ama. Kolay değil. Mahremiyet zarafeti şart koşar. Duyumsanacaklarına dair beklenti taşımadan, muhtemelen görünmezliklerine güvenerek kendilerini sakınmadan açtıklarından bu gizemli mektuplar bende çoğunlukla mahcubiyet, utanç ya da buna benzer hisler yaratıyorlar. Ama her rastlantı yeni olasılıklara gebe bırakır öznesini ve nesnesini. Bir bakıma etkilerine aldıkları an bizi yaratıcılığa mahkûm kılıyorlar.
II.
Mektuba benzer malzemeyle buluşma arzusunu, meraklısını ona ulaştıran radarı aylaklıktan ayrı tutamayız. Doğaları gereği yakın olduklarından birbirlerini sıklıkla ayartmalarına şaşmamalı. Aylak, yuva edindiği ruhu hızla kendine benzetir. Bukalemun varoluş. Dans kaçınılmaz. Ondan daha iyi, uyumlu eşlikçi düşünemiyorum. Hiç ayağa basmaz. Zaman ile dalgasını geçerken insanın koluna usulca girer ve hadi gidiyoruz der. Kendini sahaf sahaf dolaşmakla, çöp –ki bu sözcük de itinayla yeniden gözden geçirilip tanımlamayı çoktan haketmiş– karıştırmakla, başkalarının kitaplıklarını ya da umumi kütüphaneleri tavaf etmekle sınırlamasa da oralardan bolca beslenir. Ritmi var aylaklığın, kanın akışı da ona ayarlı. İyisi mi biz şu biçare zihni-bedeni-kalbi serelim –hiç değilse arada bir– onun keyfiyetine.
Böylesi karşılaşmalarla baştan çıkıp, hep ilk sefermiş gibi coştuğumda yazınsal hammadde nasıl da bol diyerek herkese, her şeye, tüm canlara; yetmez, dağlara taşlara hatırlatmak geliyor içimden. İşlenmeyi bekleyen tonlarca hece. Taşacak raddeye gelseler de ziyan olmayacaklarını bilirim. Yeter dediğimi hatırlamıyorum. Yenilere hayır’ım yok. İtiş kakış yaşanmıyorsa kim şikâyet eder bolluktan. Bizim hane kalabalıklaştıkça yüzölçümü genişliyor, yüzü gülüyor. Denge olumludan yana.
Kendimi yazma eyleminden pek de ayrı tutmadığım aylaklık defineleriyle sarmalanmış, hatta kimi zaman onlar tarafından gözetilip bollukla donatılmış duyumsadığımdan olsa gerek, sağolsun hayat diyorum sık sık. Karşıma sürekli hissimi fikrimi destekleyen kanıtlar çıkarıyor. O halde Ben aramam, bulurum diyenlere selamı esirgemeden devam edelim.
III.
İşte o gün hayattan çalınan ve ironik biçimde bu sayede daha yoğun bir içerikle hikâyeye katılma potansiyeli taşıyan bir aylak saat vardı önümde. Hiç azımsamadım görülmemiş kurgu dönüşümü yaşatacak böylesi zaman dilimlerini.
En ucuz kitapların arasında, yerdeki kolinin içinde rastladım ona. Neden eğildim, neden eciş bücüş kurcaladım sırt sırta vermiş o tozlu ve sıkışık karmaşayı. Minicik. Gözden kaçması an meselesi. Aldım elime. Neredeyse avcuma sığacak. Severim küçük kitapları. Hele uzun uzun okunan küçük kitapları…….. Yayınevinden, boyutunun cazibesinden, butik yayıncılığın yıllar geçtikçe daha da değerlenen o nadirliğe güzelleme özeninden bahsetmeliyim. Yayımlandığı sıralarda genç oluşuma da değinirim belki. Şiir yazmayı bıraktığım dönemi hayatımın. Ama bunun konumuzla ilgisi yok. O satırlara soluğumun sızma olasılığı sıfır. Yazıldığı sırada yan sokaktan geçmiş miyimdir, hiç sanmam. Ama aynı semtlerde aynı saat diliminde yürümüş olabiliriz. Yazarla da kahramanlarıyla da.
Yazarı artık dünyamızda olmayan biri. Ne tanıştırılmışız ne de edebi metinler kaleme aldığından haberdarım. Alanında yazdığı makaleleri okumuşluğum olsa da kendisiyle yapılmış söyleşiler ve ölümünün ardından hakkında yazılanlar dışında bir adım öteye geçmemişim. Birkaç ortak tanıdık, bazı şehir efsaneleri; zihnimde –tuhaftır nasıl bilinmez– beliriveren kaynağı kolektif aurası. Hepsi bu. Kitaba şaşırdım ve okurken daha ziyade yazarının epey derinden etkilendiğini epey derinden hissettiğim, benim de çok sevdiğim o başka yazarın nabzının atışına odaklandım. Sonra bir anda, sonlara doğru okuyuşumun seyri, ritmi, havası değişti. (O sırada bundan öykü çıkar mı diye düşünmemiştim. Şimdiyse elimde değil, bunu hayal ederken buluyorum kendimi.)
Yazar besbelli hayatının bir dönemine damgasını vurmuş; son derece gerçek ve bir o kadar da itirafı zor betimlemelerle bezeli özel ve narin bir anlatıya soyunmuş. Yutkunuşunu, yazıp yazıp silişini; sonra o sözcükleri ilk geldikleri haliyle belirdikleri ilk yerlerine koyuşunu; tüm bedenini ve bilincini saran o titrek kararlılığı görür gibi oluyordum. Şeffaf bir kanaldan neredeyse günlük tadında akıp giden sayfalar beni irkiltti irkiltmesine ama karşıma o kurşunkalem notlar eşliğinde çıkmasalardı üzerinde fazla durmayacaktım muhtemelen. Olsa olsa editoryal önerilerle, temellendirilmiş bazı minik itirazlarla ve gayriihtiyari gölge yazar hamleleriyle yol alıp okumamı tamamlayacak; arkasına adımı yazıp, tarihi ve mekânı işleyip kapağını bir daha açmamacasına kapatacaktım. Kitap da yeniden, bu sefer başka sahafa ya da bir arkadaşa yollanacaktı. Ünlemler, soru işaretleri ve iyi bilinen bir edebi kişiliğin açık seçik verilmiş isminin yanına not edilmiş, onun kitapta yer alan takma ismi……. Açık etme operasyonu özelden genele varıyordu. Sırrı açan yakınlığı billurlaştırıyordu. Ve ben orada beklenmeyen, çağrılmamış üçüncü. Topu tutuyordum.
Kurguyu muradından saptıracak güçte böylesi bir düeti okur beklemez. Kitap beklemez. Yazarı beklemez. Olsun. Sözüm söz. Dudaklarım mühürlü. Yazarın kimliğini ele vermeyeceğim. Kitabın adını açık etmeyeceğim. Kurşunkalem kimin elindeydi, bilmem zaten mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim: İkilinin hayat hikâyesinde gölge bana göründü. Onu itinayla korumam gereken bir sır gibi aldım ve günlüğüme işledim. Yazmadığım günlüklerim de var. Onların korunduğu sandık ötelere uzanır. Dileyen hafıza desin. Dileyen kalp çakrası.
edebiyathaber.net (18 Nisan 2025)