Oğuz Atay, romanlarındaki düşünceleri/yansıttığı gerçekliklerle bizi sorgulayıcı bir yolculuğa çıkarır. Orada hem birey hem de toplum/sistem sorgusu vardır.
Toplumdaki ikilikleri, yaşanan değişimle gelenlerin çelişki/çatışkılarını anlatır. “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar”a yansıyan gerçeklik dokusunda toplumsal parodinin yansılarını buluruz.
Yaşamsal oyun ve gerçek neredeyse her iki romanının da ana figürüdür. Olan/oldurulan, yaşanan/çözülen bir arada. Bu noktadaki çelişkiler/çatışkılar Atay anlatısının başat ögesidir.
“Yeniden doğuş”unu, Rönesans’ını yaşayamayan bir toplumun onca yokluk/yoksunluk karşısında kendisine sunulan “yeni”ye bakışı/yaklaşımı, bunu öğrenme/benimseme süreçleri romana yansır. Atay, tüm bunların farkında bir anlatıcı olarak romanını kurar. O, bize, roman aracılığıyla topluma/insana bakmayı gösterir. Dahası romanın/ın aynasına yansıyanlarda bizim gördüklerimiz bir sorguyu içermektedir.
Atay, anlam sorgusuyla zaman sorgusunu iç içe yapmaktadır. Romanına yansıyan bu bakış/ı bir töz üzerine kuruludur: İnsan ne ile, nasıl yaşar. Ve bu “nasıl yaşama” nın koşullarını var edenlerin neden/niçinlerini sorgulaması ise romanın eklektik dokusunda paralel hayatların gerçekliğiyle öne çıkar.
Kuşkusuz Oğuz Atay’ın romanına konu edindiği zaman/dönem gerçekliği kendi tanıklığını da içerir. Orada kuşağının bakışı, yorumu, sorgusu vardır.
1934 doğumlu Atay; 1944’te on, 1954’te yirmi, 1960’ta yirmi altı, 1970’te otuz altı yaşındadır. 1957’de, 23 yaşında İTÜ inşaat fakültesini bitirmiştir. Tek parti döneminde (1941) ilk ve ortaokul, Demokrat parti döneminde ise lise ve üniversiteyi bitirir. Onu 1960’ta İDMMA’de öğretim üyesi olarak görürüz.
Bu süreç onun entelektüel ve edebî çevrelerle buluştuğu zamandır. Yetişme biçimi, yaşama ortamı, toplumun geçirdiği bütün değişim/dönüşümlere tanıklığı içerir. Romanlarına yansıyanlar da bir bakıma bunlardır. Cumhuriyet toplumunun yaşadığı anafor… Bunlarla gelen çelişki/çatışkılar, açmaz ve sürüklenişler… Yaratılan “yeni insan” figürünün gerçekliği…
Atay bir yanda geçiş dönemindeki bir toplumun sancılarını anlatırken, ötede de yaşadığımız azgelişmişlik sendromunun neden/niçinlerine ışık düşürür.
Toplumun/insanın salt gelen yenilikler/devrimlerle ne olduğu, ne duruma dönüştüğünü anlatmaz. Toplumsal algının, farklı kültürlerin bir araya gelerek oluşturduğu bu toplumun kimyasının tutabilmesi için nelerin yapıldığı/yapılması gerektiğini de gösterir.
Atay’daki roman düşüncesi bu anlamda işlevseldir. Uyumla uyumsuzluğu, tutunamama ve büyüyememe hallerini göstermesi de kurgunun aydınlatıcılığına dönüktür. Yani, “hakikat”i gölgeleyen “gerçek” , kurgu ile aydınlatılır. İşte romanı işlevsel kılan, bilimsel buluşlarla aynı yere taşıyan da budur.
Oğuz Atay, romancılığımıza bu bakışı/ tutumu/ düşünceyi getirdiği için önemlidir. Salt anlattıklarında aramamalıyız onun önemini.
Dostoyevski anlatılarında başlayan yeraltı insanının serüveni; Kafka’da sinik insanı, Camus’de yabancılaşanı, Sait Faik’te lüzumsuz adamı, Yusuf Atılgan’da aylak adamı, Oğuz Atay’da tutunamayan insanı ve Hasan Ali Toptaş’ta da sinik ve heba olanı yaratır.
Oğuz Atay okumalarının seyrinde ortaya çıkanlardan söz etmeye devam edeceğim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (1 Aralık 2015)