İlk cümleden sonra okumaya devam edersen, Oğuz Atay hakkında düşündüklerin ya da düşünmüş olsaydın aklından geçecek şeylerin tamamen değişme tehlikesi bulunduğunu bil ve Oğuz Atay’ı eskisi gibi sevemeyebileceğini veya daha çok seveceğini, onu hiç anlamamış olduğunu ya da anlamaya daha ne kadar yolun kaldığını fark etmenin; etmeye yaklaşmanın seni ne denli rahatsız edeceğini yahut rahatlatacağını çok ama çok iyi düşün.
İletişim Yayınları’nın Sultanahmet’teki binasına, roman dosyamı Genel Yayın Yönetmenine sunmak için giriyorum… İletişim Han’ın ilk katındaki yayınevinin satış bölümünün önünde kadınlı erkekli beş – altı kişilik grup, büyük bir tencereden aldıkları irmik helvasını plastik tabaklara pay ediyor… Yayınevi çalışanlarından bir genç kadının arkadaşlarına söz verdiği için mutfak marifetlerini sergileyip şimdi de tatlı övgülerini duyduğunu hayal ederek, Nihat Tuna Bey’in odasına çıkıyorum… Genç gazetecinin romancı adayı olarak dünyaya bakışını birkaç soruyla öğrenme çabası sürerken, aşağıdaki gruptan bir genç kadın helvadan payını getirip Nihat Bey’in masasına bırakıyor… Sarı renginden limonlu olduğunu düşündüğüm helvadan bir kaşık aldıktan sonra, lezzetini önce kendi tatmazsa konuğuna ikram etmeyen bir gurme gibi beğeni hımlamaları bitince soruyor, “Oğuz Atay’ın helvasını yer misin?” Bunu Oğuz Atay’ın edebi niteliğine değil de onun popülerleştirilmesine dönük bir ima olduğunu az evvel edebiyatın ne az anlaşılan bir tür olduğuna ilişkin sohbetimizden sıyrılamadığım için anlamıyorum ve bu dank etmeyişi de abartılı mimiklerimle ilan edip, “O helva çoktan yenilmedi mi?” diyorum… Bu garip yanlış anlamamı bozuntuya vermeden, “Yok yahu bugün Oğuz Atay’ın ölüm yıl dönümü. Ailesi her 13 Aralık’ta hiç sektirmez, sağ olsunlar helvasını yapıp, bize de getirirler. Arkadaşlar sana da getirsin,” diye cevap veriyor.
Birkaç dakika sonra Oğuz Atay’ın ölümünün 37’inci yılında 2014’ün 13 Aralık’ında Tanrı’nın kozmik edebi şakalarından biri olarak helvasını yiyorum… O güne değin yediğim helvaların en lezzetlisi olduğunu, acaba Oğuz Atay’ın eşi tarafında onun için yapıldığını bilmeden de yeseydim düşünür müydüm diye düşünürken ağzımdan, “Şu anda bir öyküyü canlı olarak yaşıyorum, bunu yazacağım” çıkıyor. Yayın yönetmeni, önündeki roman dosyamı incelemeyi tamamlayıp, Ankara’daki editörlerine yollamak için posta işlemlerini hallederken, “Mutlaka yazmalısın…” diyor… Sulu sepken karda havanın kıyıcı bir soğukla insan olduğumuza utandırdığı gaddarlığında Mimar Mehmet Ağa’nın Sultan Ahmet için yaptığı camiyi gördükleri için keyiften morarmış Japon turistlerle tramvayda omuz omuza giderken düşünüyorum: Acaba kaç okuru ve üstelik yazar ya da adayı, Oğuz Atay’ın helvasını yemiştir? Ve ben neden onun helvasının çoktan yenildiğini söyledim? İşte o anda, yayınlanmamış bir romanın, üçleme olmasına ancak bir Oğuz Atay romanında karşılaşırsanız insana garip gelmeyecek şekilde karar veriyor ve sonuncusu hakkında önemli zihinsel notlar kaydediyorum. Bir taraftan da en uygun zamanda Oğuz Atay hakkında yazmak istediğimi düşünüyorum.
O yolu açanlar
Girizgâh uzun; ama Oğuz Atay’dan söz edeceksek başka türlüsü de mümkün değil. Üstelik Tanrı’nın kozmik şakası dediysem de iş nedeniyle karşılıklı olarak benim ve Nihat Bey’in birkaç kez tarih değiştirdiği görüşmenin 13 Aralık’ta gerçekleşmesini düşündükçe, “Ben buradayım sevgili okur, sen neredesin?” diye okurunu çağıran Oğuz Atay’ın bana özel bir davet çıkardığını düşünmek için de çok sebebim var:
Oğuz Atay, 1970 yılında Tutunamayanlar‘ı bitirdiğinde TRT roman ödülünü alsa da ancak 1972’de yayıncı bulabildiği Selim Işık’ın hayatından Türk aydınının duruşunu eleştirisi daha ilk günden “Uzun ve anlaşılmaz” yaftası yedi. Bilinç akışıyla yazılmış edebiyatımızın nadir romanı, köy romancılığının güdümündeki Türk edebiyatında görmezden gelindi. Aynısı 10 yıl sonra 1980’de Orhan Pamuk’un başına gelecek. Ödüllü romanı Cevdet Bey ve Oğulları’na 3 yıl yayıncı bulamadığı için, ‘Satılık ödüllü roman’ diye gazeteye ilan vermeyi düşünecekti. Tutunamayanlar, romanın asıl yurdu olan Batı’dan hatta en batısı İngiliz edebiyatından çokça etkilenmiş diye değerlendirilirken kimse duymak istemeyen kadar sağır olsa da, yazarı değiştiren en büyük şey edebi eleştiridir kuralı işledi. Oğuz Atay, ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar‘ın kurgusunu daha derli toplu yapsa da Hikmet Benol ile Türk aydınını eleştirmekten geri durmadı. Kelimeler de Albay’ım bazı anlamlara hiç gelmiyordu… Türk aydını da eleştirilmeye tahammül edememekten vazgeçirmiyordu. Fakat intikamlarını Oğuz Atay’dan dünya edebiyat tarihinde görülmemiş şekilde aldılar:
Oğuz Atay’ı yok saymak biraz ağır ifade olsa da zamanında hak ettiği değeri vermeyenler arasında sonradan pişmanlığını dile getirecek olan Yusuf Atılgan da vardı. Atılgan yıllar sonra Atay’ın kendisine imzalayıp gönderdiği Tutunamayanlar için ona neden cevap vermediği sorulduğunda, ‘Eğer yaşasaydı, karşısına geçer ona kaleminin ne kadar taktir ettiğimi söylerdim‘ diyecek ama Atılgan’ın bu cesaretini başka kimse göstermeyecekti. Böyle yapmadıkları gibi bir yolun açılmasına da sonuna kadar destek olacaklardı: Neydi bu yol? Oğuz Atay’ın tıpkı Tutunamayanlar’da eleştirdiği Türk aydını tipinin, kendi okur kitlesine dönüşmesinin yolu…
Eleştirdiği tipi okurları oldu
O, Tutunamayanlar’da da, Tehlikeli Oyunlar’da da, Korkuyu Beklerken‘de de, hatta Bir Bilim Adamının Romanı‘nda bile Türk aydınının kendi iç sorunlarını ve onu yaşayış biçimlerini anlatmaya çabaladı. Bir şeyi moda olduğu için yapan, değerim diye sahiplenmediği toplum değerleriyle beslenmiş bir düşünsel eylemin hayatına yön vermediği ve bunun da bilincinde olarak sürekli acı çeken, mutsuz olan, mutsuz eden insan tipi… Bu karakter çağlar değişse de değişmedi. O aydın, böyle bir insan olduğuna ilişkin kabulü Oğuz Atay’ın yaşadığı dönemden de kuvvetli savunma mekanizmalarıyla ret etti: Türkiye’nin 1980’de darbe sonrası hızla değişmesi, televizyon ve radyo yayınının devlet tekelinden çıkması, cep telefonu ve internetle başlayan kitle iletişimindeki çeşitlilikle Türkiye’nin sosyal bir devlet olamadan finansal olarak Batı modeline geçişi edebiyatı da derinden etkiledi. Toplumun bu dönüşümünü ele alan romanlar olmadı. Ama Türk aydınının sıkıntısını anlatan 1990’ların zor yaşam koşullarının sloganı olurcasına Tutunamayanlar adıyla yazan Oğuz Atay vardı. Genç yaşta ölmüştü. Ve ‘Neredesin ey okur’ deme hatasını yapmıştı. İşte buradayım ey Oğuz Atay diyormuşçasına onun Tutunamayanlar başta olmak üzere tüm eserlerini okudu, üzerinde düşündü, kitaplar yazdı… Düzeltelim… Kendilerini Tutunamayanlar olarak adlandıran bir nesil edebi ve ebedi ilaçlarını Oğuz Atay’da bulduklarını düşünerek bir Türk edebiyatı romanı ya da bir Oğuz Atay romanını değil de Tutunamayanlar’ı edinmeye başladı. Bu ilgi tabi ki Oğuz Atay’ın diğer eserlerinin de satılmasına vesile oldu, ama Tehlikeli Oyunlar’daki edebi derinliğin Tutunamayanlar’dan fazla olduğu ne de Korkuyu Beklerken’in Türk edebiyatının en nitelikli üç öykü kitabından, Beyaz Mantolu Adam’ın da benim de dahil olduğum gruba göre en iyi Türk edebiyatı öyküsü olduğundan söz edilmedi.
Herkes modaya uyarak Tutunamayanlar’ı edindi, tam da Selim Işık gibi davranarak bunu da “Tutunamayanlar’ız biz” diye sloganlaştırdı. Ne ki kimse Oğuz Atay’ın tek başına alınıp okunduğunda ne edebiyatçılığının ne de yaşam hikayesinin anlaşılabileceğine dair o inanca yanlış demedi. Oğuz Atay oku diye önerenler Oğuz Atay’ı sadece popüler olduğu için alarak okuyanlar olduğundan, kimse Oğuz Atay’ı anlamak için biraz Yıldız Ecevit de oku demedi. Oysaki Oğuz Atay, saf edebiyatının üstüne düşünsel ve popüler binalar inşa yapıla yapıla rehbersiz dolaşılmayacak bir edebi cangıla dönüşmüş; artık Türk aydınının sorunlarını anlatışı aydının ‘Böyle bir sorunum yok ki’ düşüncesini herkesi beynine kazıdığından dolayı Atay’ın bu arayışı onun edebi niteliğinden de kuşku duyulacak denli uzak bir zamanların düşüncesi gibi kalmıştı.
Oğuz Atay’ın derdi Türkiye’de nitelikli edebiyat yapmaktı. Edebiyatının daha başında da, eserlerine kendi yeni eserleriyle derinlik kazandıramadan eğer 1977’de beyin kanaması sonucu Nicolay V. Gogol’den 1, Sabahattin Ali’den 2, Edgar Allan Poe ve Franz Kafka’dan 3 yaş büyük, Albert Camus’tan 3, Sait Faik’ten 4, William Shakespeare’den ise 9 yaş küçük olarak 43’ünde hayatını kaybetmeseydi… Eğer Oğuz Atay, kırk yıl daha ömür sürseydi ve on roman daha yazmış olsaydı, “Neredesin ey okur” sözünün lanetine uğramamış olacaktı. Haberimiz yok ne zaman böyle bir lanete uğradı diyenler: Atay gibi genç yaşta ölen ve birbiriyle kıyaslanabilecek üçten fazla eseri tıpkı Atay gibi ardında bırakan bu yazarların hiçbiri Tutunamayanlar gibi bir fenomenleşmenin mağduru olmadı. Bu lanet onun çok satarak nerede olduğunu sorduğu okurla çokça buluşmasını sağladı fakat çok kişi tarafından okunduğunda anlaşılacağına dair düşüncesi, tıpkı Tutunamayalar’ı yazma gerekçesi olan Türk aydınının hayata karşı duruş biçimini ve tutunma pozisyonunu bir türlü becerememesi gibi gerçekleşmedi. Eğer yaşasaydı tabi ki bunun bir ihtimal olduğunun altını çizerek, Oğuz Atay Tutunamayanlar’ın bir ilk roman olduğunu ve bir yazarın tek romanının fenomenleştirilmesine gönlünün razı olmayacağını bilerek, “Diğer yapıtlarımı neden okumuyorsunuz ey okur” diye seslenmesi hiç yadırganmazdı.
Gerçekten Türkiye’nin ruhu yok mu
Hiçbir yazar, eğer nitelikli yazma faaliyeti sürüyorsa tek bir yapıtının üstelik de yapıtın eleştirdiği şekilde bir karnavalın sürekli başa alınan şarkısı olmasıyla mutluluktan kıvrak dans figürleri sergilemez. Onun yerine oturup fenomenleşen romanıyla çatışacak bir başkasını ve bir başkasını yazar. Oğuz Atay’ın şanssızlığı erken ölümü. Ve mevcut eserlerinin de onu gerçekten tanıma arzusu duyan yeni okura iyi anlatılamaması. Onun yazamadığı Türkiye’nin Ruhu’nun bir türlü onun yazdıkları özümsenmediği için ortaya çıkamaması. Yarım kalmış bir roman, onu yazmak isteyen yazar anlaşıldığında nasıl tamamlanır sorusu çok haklıdır. Tamamlanmaz elbette. Fakat edebiyat dediğin eni konu kurgudan ibaret olduğuna göre, edebiyat böyle bir “Tamamlanmaz” kesin yargısını da barındırmaz. Sahi ben bu yazıya Oğuz Atay’ı kimin öldürdüğüne cevap aramak için başlamıştım. Şimdi bir söz kurtarıyor beni, “İnsan unutulduğunda ölür.” Peki, biz Oğuz Atay’ı, pardon Tutunamayanlar’ı bunca edinip, okumaya çabalayıp, sonunu getirmediğimize göre… Oğuz Atay’ı kim öldürdü?
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (29 Eylül 2015)