“Oktay Amca’yı kaybetmişiz,” diyorum çalışma odamdan çıkıp telaşla salona girerken.
“Kimi?” diye soruyor eşim. “Duyamadım!”
“Oktay Amca’yı,” diye tekrarlarken ekliyorum: “Yani Oktay Akbal’ı. Dün, Akyaka’da…”
Tarih 29 Ağustos 2015’ti, birkaç ay öncesi. Şimdi, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’ndaki panelde konuşmak üzere Oktay Akbal’ın kitaplarına bakıp notlar çıkarmaya hazırlanırken bu konuşmayı hatırlıyor, “Oktay Akbal mı, Oktay Amca mı?” sorusuna yanıt bulmaya çalışıyorum.
Çok net bir görüntü var gözlerimin önünde: 2010 yılından, Akyaka’da mütevazı bir evin bahçesinden. Yaşlı, yorgun bir adam, gözlerinde yaşlar, bastonundan destek alarak ayakta durmaya çalışırken, orta yaşlı bir kadını kucaklıyor. Kadın ağlamakla ağlamamak arasında, gözyaşlarını tutsa da sesinin titremesine engel olamıyor. Çevredekiler söz birliği etmiş gibi sessizce onları izliyor…
Yaşlı adam Oktay Amca’ydı, orta yaşlı kadın ise ben. Birbirimize hem çok yakın hem de fazla uzak, durmuştuk öylece. Onun içinden neler geçtiğini bilmek mümkün değildi, tahmin edebilirdim yalnızca ama kısacık bir süre için yaşadığım zamanın dışına savrulup orada kaldığımı çok iyi biliyorum.
Savrulup gittiğim yer çocukluğumdu. Evlerin dışını pek bilmediğim, ev içlerinde okuduklarım ve gözlediklerimle bir dünya kurarak unutulmaz anılar biriktirdiğim 60’lı yıllar…
Oktay Amca’yı en çok babamın edebiyatçı dostlarının bir araya geldiği şenlikli, uzun akşam yemeklerinde anımsıyorum. Akbal, Alangu ve Mutluay aileleri bu toplantıların vazgeçilmez konuklarıydı. Büyüklerin konuşmalarından pek bir şey anlamasam da genelde çok sessiz olan evimize farklı sesler, gülüşler, şen kahkahalar gelirdi onlarla birlikte. Konuklardan birinin başımı hafifçe okşaması, güzel bir söz söylemesi ya da bir soru sormasıyla heyecanlanır, “Yine yanaklarım kızardı mı acaba?” diye kaygılanırdım. Adını koyamadığım duygular; küçük kıpırtılar ve sevinç taşkınlıkları biçiminde boy gösterir, yaşamanın evin sınırlarına sığmayan, çok daha hareketli, çok daha güzel bir şey olduğuna dair bir algı belli belirsiz hissettirirdi kendini –“ev” kavramının nerelere uzandığı bilmiyordum henüz, babamın şiirlerini okumamıştım…
Bu yemeklere konukların çocukları da katıldığında, sevincim kanatlanıp uçardı âdeta. Büyükler saatler süren sofralarda derin sohbetlere dalarken, biz çocuklar arka tarafta, ablamla paylaştığımız küçük odamızda iskambil, domino, isim-şehir veya beni en çok eğlendiren “kim-kiminle-nerede-ne zaman-ne yapmış-kim görmüş-ne demiş” adlı oyunu oynardık. Geç yatmama izin verilen böyle gecelerde mutluluktan sarhoş ve yorgun, deliksiz uykulara dalardım.
Çocukluk anıları, sorumun yanıtını da getiriyor beraberinde. Hiç kuşku yok ki, önce Oktay Amca. Oktay Akbal daha sonra.
Bir edebiyat etkinliği için birkaç günlüğüne Akyaka’daydım. Oktay Akbal’ın da orada yaşadığını bildiğimden, aklımdan geçmişti, acaba karşılaşır mıyız diye ama etkinliğe katılan arkadaşlar, “Buraya kadar gelip de ziyaret etmemek olmaz!” demeseler, tek başıma evine gitmeye cesaret edemezdim büyük olasılıkla. Araya o kadar çok zaman girmişti ki, beni tanıyacağından bile kuşkuluydum artık.
Kalabalık bir grup olarak gitmiştik ziyaretine. Sevgili eşi Ayla Hanım bizi bahçeye almış, bir şeyler ikram etmeye girişmişti hemen. Onlarca yılın ardından ne diyeceğimi, kendimi nasıl hatırlatacağımı bilemeden sessizce arkalarda dururken, arkadaşlardan biri “Tanıdınız mı Oktay Bey; Ayşe Sarısayın da burada, Behçet Necatigil’in kızı,” dediğinde, bana hayatımın en büyük armağanlarından birini vermişti Oktay Amca. “Behçet’in kızı değil sadece,” demişti, “benim de kızım!”
Zamandan ve mekândan soyutlanarak kucaklaşmamız, bu sözlerden hemen sonraydı.
Uzun ayrılıkları izleyen buluşmalarda bellek tuhaf bir şekilde harekete geçiyor, kayıtları yokluyor. “Ne zaman ve neredeydi son karşılaşma?” sorusunun yanıtını bulana dek rahat durmuyor, huzura kavuşamıyor sanki…
Babamın ölümünün ardından yıllarca görmediğim Oktay Amca’yla Türkiye Yazarlar Sendikası’nın 1991 Mayıs’ında düzenlediği “Behçet Necatigil 75 yaşında” anma toplantısında karşılaşmıştım son olarak. Araya hayat girmiş, yaşanırken önemli ve öncelikli görünen, sonradan bakıldığında aşılması pekâlâ mümkün engeller koymuştu ama onca yıl uzak kalmamıza rağmen karşılaştığımız anda her şey değişivermişti. Bizi içtenlikle selamlayıp kucaklayan yazar, çocukluğumuzun Oktay Amcası, annemin edebiyat çevresinden ilk tanıştığı insandı yine. Önce Ekmekler Bozuldu adlı ilk öykü kitabını “Muhterem Huriye hanıma takdim edilmiştir,” diye imzalayan, nikâh tanıklıklarını yapan, nohut oda bakla sofa ilk evlerinin ilk konuklarından biri olan Oktay Bey’di yine… Akyaka’daki görüşmemizden yirmi yıl önce annemle bu yürek burkan karşılaşmaları, Oktay Amca’nın babama ilişkin izlenimlerinin de yer aldığı 1964 tarihli Şair Dostlarım’ı imzalarken yazdıklarının somut karşılığıydı sanki: “Anılar da eskiyor. Dostluklar var eskimeyen.”
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde şu yorumu yapar Necatigil, Oktay Akbal için:
Hikâyelerinin genel teması hayatının tekdüze akışını değiştiremeyen, değiştirmek istedikçe gelenek ve görenekler yüzünden çevrenin yadırgayış ve ayıplayışlarıyla gene eski çizgisine dönmek zorunda kalan insanın sıkıntılarıdır. İnce duygulu, aydın bir orta sınıf insanının toplum törelerine uyamazlık ve bireysel ümitsizliklerini belirten, bu yanıyla tekil birinci ve üçüncü şahısların iç monologları görünüşünde olan bu hikâyeler, gücünü özete gelir bir olaylar toplamından, belirli bir konudan değil; uzak yakın, dağınık hayat parçalarını, uzatılmış düz şiirler biçiminde birleştirmesinden alır. Maskelenmek istenen otobiyografik izler, anılar, hayaller, kahramanın kendisiyle kararsız, sonuçsuz hesaplaşma ve çatışmaları; Akbal’ın hikâyelerinde bir eksen görevindedir.
Yakından bakmak, gözden kaçan pek çok ayrıntıyı görünür kılıyor; babamın bu yorumu, Suçumuz İnsan Olmak romanındaki Nisan 1969 tarihli ithafla bütünleniyor şimdi: “Sevgili Necatigil’lere, düşlerdeki suçlar da gerçektir.”
Çok Şey Yarım Hâlâ’yı yazarken, babamın yakın dostlarına da değinmiş, yazılarından alıntılarla Necatigil’i onların gözünden de anlatmaya çalışmıştım. Oktay Amca da bu dostlardan biriydi tabii. Kitabın yayımlanmasından birkaç ay sonra, 10 Temmuz 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde “Ayşe, Babasını Anlatıyor” başlıklı yazısını gördüğümde nasıl da heyecanlanmıştım! “Benim sarı saçları, mavi gözleriyle tanıdığım küçük Ayşe, yıllar sonra eline kalem almış, babasını anlatmış! Onunla birlikte bütün bir dönemi, dostlar, şairler, binbir anı… Bir küçük kızın yaşadığı, kimi zaman gerçek mi gerçek, kimi zaman düşlerle dolu apayrı bir dünya…” diye yazmış, çılgınca sevindirmişti beni. Anılar eskiyordu belki, siliniyordu gitgide ama dostluklar eskimiyordu. Oktay Akbal yazdığı onlarca yazıda sevgili dostunun şiirlerini ve anısını yaşatmaya çalışmıştı yıllar yılı.
Akbal’ın henüz yirmilerinin başındayken yazdığı 1946 tarihli Önce Ekmekler Bozuldu, babamın kitaplığından ilk okuduklarımdan biriydi –Oktay Amca’dan Oktay Akbal’a geçmenin ilk adımı olmalı… Bu kuşak yazarları savaşın içinde olmasalar da kendilerinden önceki kuşağın savaş anılarını, verdikleri kayıpları dinleyerek büyüdüler; savaşın acımasızlığını, açlığı, karartma gecelerini, ölü insan bedenleriyle birlikte nelerin yitip gittiğini yüreklerinde, tenlerinde hissederek yetiştiler. Varlığın, dünya malının, sahip olunan her şeyin savaş söz konusu olduğunda anlamını nasıl yitirdiğinin bilincine çok genç yaşta vardılar. Oktay Akbal’ın “bir barış insanının 1943 yılı notlarından” sözleriyle açılan ve kitaba da adını veren “Önce Ekmekler Bozuldu” öyküsü şöyle başlıyordu:
Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde harp vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürülüyorlardı. (…) İnsanlar kütle hâlinde olduğu gibi, ferd olarak da başkalaştılar. Mesela harpten önce bir insan işe gitmek için tramvay caddesine çıktığı zaman ilk olarak gökyüzüne bakar, mavi olduğunu görünce sebepsiz bir sevinç duyar, vakit müsaitse ağaçlar altından yürümeyi düşünür, adımları kaldırımlarda gezerken birtakım hayaller kurardı. Şimdi ise insanlar göğün mavi veya siyah olmasına aldırış bile etmiyorlardı. Hepsi telaş içindeydi. Hepsi yalnız kendini düşünüyordu. Hayal kurmak artık maziye ait olmuştu. Harp ilk önce hayalleri mahvetti.
Bizler, sonraki kuşaklar, ardımızdan gelenler, hiçbirimiz bir dünya savaşının içine doğmadık. Yeni bir düzende; kirlenmeye, değer kayıplarına, artan şiddete tanıklık ederek, ülkenin ya da dünyanın bize nispeten uzak yerlerinde süregiden bölgesel savaşları izleyerek, buna alıştırılarak büyüdük. Olup bitenlerden, şiddetten, ölümlerden olumsuz etkileniyoruz, barışa özlemliyiz, biz de hayal kuramıyoruz yarınları düşününce ama ekmeğin nasıl bozulduğunu bilmiyoruz. “Ah, o ekmeğin bozulması,” diyordu oysa Oktay Akbal, “insanların mayası muhakkak ki ekmektir.”
Oktay Akbal’ı kaybetmemizin hemen ardından Güneydoğu’da bir çocuk daha ölmüştü. Tüm yaşamı boyunca Hiroşimalar Olmasın, çocuklar ölmesin diye çabalayan Oktay Amca’yla aynı gün bir çocuk ölmüştü. Ne ilk ne de son olduğunu bilmenin çaresizliği, iç içe geçen keder ve öfke!..
“Önce Ekmekler Bozuldu” adlı öyküye sığınmak yeniden. İlk kitabından başlayarak yazdığı her metinde içten ve sahici olan, inceliklerle bezeli, iyiliklere özlemli Oktay Akbal’a tutunmak. En zor dönemlerde de umudunu yitirmeyen, çevresindekilere umut vermeye çalışan usta edebiyatçılardan güç almak.
Şu dünya bir kere daha değişecek. Belki eski hâlini almaz, ama zarar yok, gidenler gitti, gelenler gelsin. İnsanlar gülmesini, ağlamasını tekrar öğrensin. Sırasında ağlamasını veya gülmesini bilmeyenlere insan denemiyor. Bizler, yarı barış, yarı harp insanları ümitlerimizi kaybetmiş değiliz. Dünyanın iyi bir dünya olabileceğini, insanın mavi gökyüzünü, denizi ağaçları seyretmekle mesut olduğu anlara tekrar kavuşacağımızı sanıyoruz. Her şey ekmekle başlamıştı, ekmekle bitecek.
Ümitlerimizi kaybetmiş değiliz elbette, kaybetmeyeceğiz de. Akyaka’daki evinde ziyaretine gittiğimiz günün ertesinde eşi Ayla Hanım’la birlikte etkinliğe gelen, “Yazdıklarını okudum ama buraya kadar gelmişken konuşmanı da dinlemek istedim,” diyerek beni onurlandıran Oktay Amca’nın, ayrılırken kulağıma fısıldadığı sözleri nasıl unutabilirim?
Ne demiştim o gün, hangi sorunlardan söz etmiştim? Sonradan bir dergide yayımlanan konuşma metnini buluyorum bilgisayarımdan. “Öykü Zamanı” başlıklı konuşmam şöyle bitiyordu:
Hâlâ buradaysak ve bu meseleleri konuşabiliyorsak, az sayıda da olsa edebiyat okuruyla buluşabiliyorsak, bu ülkenin pek çok yerinde büyük özverilerle dergiler çıkartılıyorsa, direnmeyi sürdürüp teslim olmuyorsak, umudu da yaşatmalıyız. Hiç beklemediğimiz bir anda, yüzümüzde sert bir tokat gibi patlayan bir şiir dinleyebiliyorsak gencecik bir arkadaşımızdan, umutlu olmalıyız. Öte yandan, her alanda olduğu gibi edebiyatta da bir dönüşüm yaşandığını kabullenmeliyiz belki. Günümüz teknolojileriyle yetişen, internetin sağladığı olanakları çok iyi kullanan genç kuşaklar geliyor. Bizlerden farklı ama bilinçlenme çabasında, öğrenmeye istekli, düzene karşı öfkeli gençlerin sayısı hiç de az değil. Yani umut var, olmalı, umut olmazsa hiçbir şey olmuyor çünkü.
Oktay Amca’dan duyduğum son sözler, “Hep böyle ol! İnancını, umudunu yitirme sakın!” olmuştu.
Sevgili Oktay Amca’yı, değerli yazar Oktay Akbal’ı sevgi ve saygıyla anıyorum.
5 Kasım 2015
(Yazarın izniyle, Bir Roman Kadar Uzun adlı kitaptan alınmıştır; Can Yayınları, Haziran 2023)
edebiyathaber.net (28 Ağustos 2024)