Felsefeci ve şair Oktay Taftalı Yaşama Felsefesine Giriş kitabına (Kopernik Kitap, 2021) hayat ve yaşam arasında bir fark ortaya koyarak başlar. Hayat canlılara özgü bir varlık durumudur. Yaşam ise insanın temel eylemlerini, etkinlik durumunu imler. Taftalı yaşama felsefesini aşk ve doğumla başlatır. Daha sonra aile, çalışma, dostluk, özgürlük, dil ve nihayet ölümle kitabını sonlandırır.
İnsan diğer tüm canlılar gibi doğanın fizik yasalarına tabidir. Bununla beraber insan, evrene hâkim olan çekim gücüne de tabidir. Evrende çekim gücüyle beraber bir itme gücü de bulunur. Evrende insani zenginliği oluşturan durum birbirini iten benzer durumlar değil birbirini çeken farklılıklardan benzemezliklerden kaynaklanır. Taftalı’ya göre kötülüğün iticiliği iyiliğin çekiciliğiyle beraber ortaya çıkar. Yani esas olan çekici güçtür. Evrenin maddi varlığı insanın anlam atfetmesiyle beraber tinsel bir nitelik kazanır. Bu anlam verme etkinliği insanı evrende biricik kılan niteliklerden biridir. Varlığı oluşturan çekim gücüne manevi/ilahi bir anlam yüklenmesi insan söz konusu olduğunda anlaşılır bir durumdur. Aşk bir nevi çekim gücüdür. Aşk, ölüm ve doğum gibi içinden çıkılmaz bir muammadır. Bu muamma insanın kendisini tabiatın dışında bir varlık olarak görmesindendir. Aşk Taftalı’ya göre insanın doğa karşısında kibirli duruşuna verilmiş bir cezadır.
Yaşam felsefesinde ailenin yeri de önemlidir. Batı’nın aydınlanmacı ve bilimsel bakış açısı aile kavramını bir kurum olarak tasarlamış ve tarihin bir noktasında gerekliliğini yitirecek bir şekilde işlevsizleştirmiştir. Kilisenin kutsal ve tek eşli aileyi dayatmasına karşı olarak kapitalizm çok ilişkili ama eşsiz insan türünü Batı dışında da yaygınlaştırıyor. Oysa ailede tıpkı aşktaki gibi tutku vardır, tutkusuz aile dağılır. Aşk gibi aile de acısız olmaz. Bu aile yapısı otoriteyi ve isyanı beraber içerir. Aile de vefa, dayanışma ve merhamet olmazsa olmazdır. Aile, emek ve özveri ister. Taftalı, antropolojinin ve sosyolojinin aileyi bilimsel bakış açısıyla açıklamasına karşın aileyi aşkla açıklamayı ve anlamlandırmayı önerir.
Doğum, hayatın ve ölümün ön şartı diğer bir yandan dişi varlığın sahip olduğu ısı enerjisini fizik olarak ölçülemez birimlerde dışa vurduğu harekete geçtiği bir olgudur. Ana karnı ve ana kucağı yaşamın hem sürdürülmesi hem de güvenlik için önemlidir. İnsan için yaşam anne karnından ve anne kucağından ayrıldığı oranda soğuyacaktır. Baba ise savaşçıdır, güç ve otorite sahibidir. Kadının ve erkeğin “ben” olarak soğuması ailenin dağılmasına neden olur. Babanın otoritesi, annenin ısısıyla birleşmezse aile soğuk dünyaya karşı kırılgan olur. Taftalı, modern toplumun ailenin bu sıcak yapısını bozduğunu savunur. Bu soğuk insanı yalnızlaştıran bir soğuktur.
Taftalı’nın üzerinde durduğu bir diğer konu eğitimdir. Batı’da Rönesans ve Hümanizm ile ortaya çıkan biyolojik yaşlara uygun standart bir müfredatla aşamalandırılmış sınıf ve ders geçmeli eğitim sistemi tek tip birey yetiştirme amacıyla düzenlenmiştir. Oysa kısa zamanda öğrencilerin aynı yaşta olmalarına rağmen anlama, idrak etme ve akılda tutma yetenekleri ve kapasitelerinin farklı olduğu anlaşılmıştır. Ahlak ise öğrenilen değil uygulamalı eğitimle edinilen bir şeydir. Ahlakın başarıya endeksli bir ölçün yöntemi yoktur. Kapitalizm ruhu ve değerleri, eğitime de hâkim olmuştur. Bir kişi veya meslek kapitalizm için önemli değilse değersizdir. Kapitalizm bireyselleşmeyi olabildiğince ön plana çıkarıp toplumsallığı parçalamaktadır. Vicdan ve ahlak oluşmamışsa insan eğitilmemiş demektir.
Platon’a göre bilgi, ruhta saklı bulunur ve önceden edinilmiştir. Bu bilgilerin açığa çıkarılması, anımsanması gerekir. Bilgi zaten önceden bilinen bir şeyin hatırlanmasıdır. Kesin bilgi (episteme) ideanın bilgisidir. Duyular, algılar, sanılar, kanaatler kesin bilgi değildir. Modern çağda empirizmin gerçek kurucusu John Locke’tur. Toplumsal ve politik görüşleriyle Avrupa’daki aydınlanmanın öncüsü olmuş, temel hak ve özgürlükleri, akla dayalı yaşam biçimini savunarak kendi çağı için eğitici bir rol oynamıştır. Locke, Descartes ve Leibniz’in bilgi kuramlarında önemli yeri olan “doğuştan ideler” kuramını eleştirir. İde; hayallerde dâhil her türlü varlığın zihni temsil şeklidir. Locke; bilginin duyu deneyimleriyle başladığını savunur ve aklın doğuştan idelerle donatılı olduğu fikrine karşı çıkar. Locke’a göre temel mantık kuralları, ahlak yargıları ve Tanrı gibi idelerin zihinde doğuştan bulunduklarına ilişkin hiçbir işaret ya da kanıt yoktur. İnsanlar sadece açlık, sıcaklık ve kimi acı duyumlarıyla birlikte dünyaya gelirler ve bu duyumlarda birer ide değil yaşam boyu eylemlerimizin yönünü belirleyen birer uyarımlardır. Tanrı idesi de doğuştan değildir. Avrupa’da Akıl Çağı, Altın Çağ gibi adlarla anılan Aydınlanma için Berkeley Işık deryası der. Kant’ın 1783’te yayımladığı Aydınlanma Nedir? (Was ist Aufklärung) makalesinde aydınlanmayı şöyle tanımlar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olamama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olamayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil; fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapere aude! Aklını kendin kullanma cesaretini göster! Sözü imdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.” Kant, iradesine ve özgürlüğüne sahip çıkmayı düşünmeyen, yönetilmek ve yönlendirilmeyi asli görevi sayan, daha doğru bir deyişle “aklını kullanmayı aklına getirmeyen” insanı eleştirel bir dille özetlediği yorumu şöyle sürdürüyor: “Böylece insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. ”
Antik Yunancada erdem anlamına gelen arete kavramı aynı zamanda çalışmak anlamına da geliyordu. Çalışma eylemi, beslenmek, nefes almak gibi doğal bir edimdir. Para kazanmanın dışında başka türlü bir çalışmadan da söz etmek gerekir. Çalışma Antik Yunan’da ruhsal bir etkinliktir ve en yüksek iyiye ulaşmanın yoludur. Kapitalizm tarafından şekillenen modern hayat çalışanların gasp edilen emeği ve giderek zenginleşen bir zümrenin sürekli kılınması anlamı gelir. Bu nedenle insan çalışarak fakirleşmektedir. Maddi kazanç elde etmenin ötesinde bilim veya felsefe yapmak, edebiyatla uğraşmak bu alanlarda çalışmak manevi bir yücelme ve arınma sağlamaktadır. İnsan hayatta kalmak için çabalamak ve çalışmak zorundadır. Modern dönemde endüstrileşmeyle beraber sadece an’da yaşayan, kazandığını tüketen insan tipi ortaya çıkmıştır. Erdemler yalnızca parasal ekonomik bir değere sahipse erdem olarak tanınır. Böylece para için çalışan insan dünyayı kutsal olarak görür.
İnsan doğduğu yere, ailesine, kültürüne aidiyet duyar. İnsanın gittiği her yere bu aidiyetini götürdüğünü sanması bir yanılsamadır. Aileniz, kültürünüz, diliniz sizinle beraber gelmez, gittiğiniz yere ait değildir. Taftalı’ya göre insanın yabancı diyarlara göç etmesi onun bireysel tarihinin kırılmasıdır. Gittiği yerde insan yalnızlıktan, kimsesizlikten kurtulamaz. İnsan nereye giderse gitsin kendi kamburunu sırtında taşıyacaktır.
İnsan için hayat ancak değerler sayesinde anlam taşır. İnsanın hayatının anlamı kendi değerleri kadardır. Yüksek anlamlı hayatlar ancak fazla miktarda biriktirilmiş değerlerle mümkündür.
Taftalı, insanın kendi doğumunu ve kendi ölümünü yalnızca kendisinin yaşadığını hatırlatır. İnsanın doğum ve ölüm arasındaki yaşamını anlamlı ve değerli kılan etkenlerden biri de kurulan dostluklardır. Aristoteles karşılıklı sevgiden kaynaklanan dostlukla çıkar amaçlı dostluğu birbirinden ayırır. Çıkara dayanan dostluklar kalıcı değildir. Sevgiye dayalı dostluklar ise kalıcıdır. Bireysel tarihimiz aynı zamanda dostluklarımızın tarihidir. İnsanın yaşadığı iyi ve kötü şeylerde yanında bir dostunun olması güven duygusundan öte bir haz ve neşe kaynağıdır. Kapitalist düzen hayatımıza bir işbölümü getirmiş sadece belli iş süresiyle ve işin gerektirdiği biçimde bir arkadaşlık dayatmıştır. Özgür birey iş arkadaşlığı ve tanıdıklarla kısıtlı bir dostluğu dayatır.
Taftalı, özgürlük ve güvencenin birbirini hem içerdiğini hem de dışladığını düşünür. Bu kavramların sağlanabilmesi için adalet şarttır. Batı’nın sınıflı toplumlarında özgürlüğün mülkiyet özgürlüğüne indirgenmesi bir tespittir. Kapitalizmle birlikte özgürlük üretim araçlarını elinde bulunduran sınıflara ait bir imkâna dönüşmüştür. Kapitalist düzende insan ne miktarda ve ne çeşitte tüketiyorsa o kadar özgürdür.
Albert Camus’a göre 20. yüzyıl korku çağıdır. Kapitalist Batı medeniyeti ilerleyen insanlığa göre korkularımızı arttırmıştır. Üniversiteye girememe korkusu, parasızlık korkusu, deprem korkusu, hastalık korkusu vs. vs. Bilimin gelişmediği çağlarda korkularımızın listesinden bayağı eleme olacaktır. Korku duygusu insanların ve diğer canlıların varoluşlarının bir gereğidir ve yaşamda kalmak için gereklidir. Günümüz insanında korkular artarken merhamet duygusu azalmıştır. Taftalı’ya göre modern yüzyılların korkuları egemenlerin güç iradesinin maddi şeklidir. Bunun yanında kapitalizm sanal dünyayı insana dayatmıştır ve insan bu sanal nimetlere alışmıştır. Sonrasındaysa insanı mahrum kalma korkusu sarmıştır. Salgın hastalıkların korkusu, nükleer/biyolojik ve kimyasal savaş tehditleri abartılarak dayatılıyor. Böylece küresel kapitalizm büyük ölçüde medya ve psikolojik hareket teknikleriyle korkuyu pompalıyor.
İnsan kendisini tedirgin eden bir rekabet duygusu içindedir. Başarıya ve performansa endeksli yaşam tarzı insanı diğer insanlarla rekabete sokar. Taftalı “üretimde rekabet, paylaşımda adalet” mottosunu savunurken modern zamanların “üretimde adaletsizlik, paylaşımda rekabet” anlayışıyla hareket ettiğini söyler. Görünen o ki insan aklı, rekabet ve paylaşmayı diğer canlılardan farklı yapamıyor. Ahlaktan yoksun bir akıl kurnazlık, hinlik veya cinliktir ama akıl değildir.
Dil insan doğası için yaşamsal önem taşır. Her şeyden önce anlaşılıp anlaşılamamaktan ayrı bir şekilde ifade etme kendini dışa vurma ihtiyacı ağır basar. Heidegger’in dil varlığın evidir önermesi varlığa bir yurt sunmuştur. Dil ve ifade etme yetimiz olmasaydı düşünen bir varlık olduğumuz bilinemezdi. Modern dönemler daha önce söylediğimiz gibi tek tip bir insan oluşturma teziyle belli dönemlerde belli diller insanlığa dayatmıştır. 17-19. yüzyıllarda Fransızca o dönemlerden günümüze değinse İngilizce dayatılmıştır. Yerel dillerle beraber kültürel çeşitlilik de tasfiye edilmiştir. İnsan gittikçe fakirleşiyor. Bir halkın dili var oldukça o halk da var olacaktır. Aydınlanmacı ideoloji dilleri de ilkel ve yetersiz olandan ileri olana doğru tasnif ediyor.
Ve ölüm. Sen varken ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ise sen olmayacaksın diyen Epikuros’u anmak yerinde olacaktır. İnsan bilinçli olarak ölümü anladığı zamandan beri ölüm üzerine düşünmüş, ölümü anlamlandırmaya çalışmış ve çaresini aramıştır. Camus, ölümle sonuçlanan hayat saçmadır der. İnsan aklı ölüm karşısında çaresizdir. Taftalı’ya göre ölüm karşısında insanın Tanrı fikrine ulaşması ölümün korkunçluğundan değil onun anlamını kavrama yetersizliğindendir. İnsan ölümü anlamlandıramadığı için ondan korkar. Ölüm ancak ilahi bir varlıkla bağlantılı şekilde anlamlandırılır. Aydınlanma döneminde insan yaşamı ve yaşamda kalma fikri öne çıkmış, Tanrının insan zihninin bir ürünü olduğu savunulmuştur. Ölüm insanın en bireysel eylemidir. Bulaşıcı değildir. Sadece zamanını bekler ve her ölümün bir zamanı vardır.
Şerif Fatih – edebiyathaber.net (8 Temmuz 2021)