Doğrusu bir ülkeye adım atarken oranın yazarına, diline dair çok şey gelir aklıma. Okuduklarımdır elbette beni gelip bulan, hatta bana rehberlik eden. Ama öyle elimden tutup gezindiren değildir hiçbiri. İstemem de öylesini.
Victor Hugo size Paris’i nasıl anlatabilir? Ya da onun anlattıklarıyla Paris sizin gözünüzde nerededir? Ama bir Notre Dame Katedrali’ne varınca ister istemez Hugo sizi sarmalar.
Dostumun bana en güzel Paris armağanı “Paris et ses écrivains” kitabını önüme alıp Paris sokaklarına düştüğümde, anladım ki bir kenti yaşayarak yazmalı.
Bunu bildiğimden, Paris’teki günlerimde defterler açıp (1. Yol Günlüğü, 2. Günü Gününe Paris, 3. Yönelişler, 4. Dönüşümler, 5. Geçişler, 6. Yazarken Paris, 7. Yeniden Paris Zamanı, 8. Anahtar Sözcükler, 9. Paris’te Akıl Defteri) orada yazmaya başlayışımı başka türlü yorumlamak mümkün değildi.
Moliere’in evine yakın bir yerde oturmam Paris’i salyangoz vari gezinmemde bir başlama noktasıydı bana.
Ama ilkten yolumu karşı kıyıya düşürmem, Saint-Michel’de, Saint-Denis bulvarının iki yanına kol kanat germiş Gibert Jeune kitabevlerini gezinmem gerekiyordu. Evimin yakınındakileri çoktan kolaçan etmiştim.
Oradan Saint-Germain’e varacaktım elbette.
Bir kent kitabevleriyle güzel ve anlamlıdır.
Bir Fnac Paris’i anlatır elbette. Raspail Bulvarı’ndaki Gallimard Kitabevi de öyle. Ama benim gözümde Gilbert Jeune bir “dünya kitabevi”dir. Hem Fransa’yı orada bulursunuz, hem de dünya kültür birikimini. Bulvarın iki yanına serpiştirilen küçük yerlerinde bulduklarınız sizi teselli etmez. O büyük altı katlı binaya geçerek dediklerime kanat açarsınız. Gene de işe kırtasiyeden başlamak, müzik ve film araştırmalarına ulaşmak, bir diğer yerde de meraklısının kitaplarına göz atmak o kitap labirentinin içinde kaybolmaya hazırlar sizi.
Paris vari bir kentin iyi yanı sizi sıkmaz, size yeni şeyler taşır sürekli. Ama giderseniz, yürümeyi, gezinmeyi, merakla kenti okumayı göze alırsanız eğer…
Bu kentte Montaigne’i bulmak, ya da ona dair bir şeylerle karşılaşmak heyecan verici. Ama bu da daha çok kitabevlerinde çıkabiliyor karşınıza. Adı verilen sokak, ona bir selam olsa da; Montaigne, dünyanın neresinde olursa olsun bir Fransa’dır. De Gaulle, Sartre için bu sözü kullanmış olsa da; benim gözümde bu tanım daha çok Montaigne için geçerlidir.
Yolu edebiyattan geçen birinin bilmediği, hiç gitmediği kentlere yolculuklara çıkması ilkten okuduğu kitaplarla başlar. Ama dile aşinalık o dünyaya kapılarınızı açmak için bir adımdır. Ötesi artık sizin sezginiz, merakınıza kalmıştır.
Bir dünya kenti olan Paris önce kendidir. O, iyi korunmuş yapılarıyla yalnızca Fransa’nın simgesi olma özelliğini taşımaz aynı zamanda dünya tarihini belgeler. Ve insanları kendine çeken yanı da budur kanımca. Eğer dünyaya verecek bir şeyiniz varsa, eminim ki alacaklarınız bundan da çoktur.
Paris’te insanların en çok da kendi hallerinde olmasını, kendilerini sessizliğe bırakmalarını uyumlu bir aradalık bilincine veriyorum. Magripliler, Afrika kökenliler, geçmişteki sömürgelerinden gelip burada tutunmaya çalışanlar, Asyalılar ve Uzakdoğulularla bir dünya kenti Paris’in bu uyumlu/sessiz, bir o kadar da içe dönük halini daha çok kitabevlerinde ve cafelerde gözlemliyordum. Ama salyangozun dışına doğru adım attığınızda başka bir Paris karşılıyordu sizi. Korku ve kaygı değildi elbette o karşınıza çıkanlar. Daha çok insan rengi, insan sesi ve yalnızlıklarıyla karşılaşıyordunuz. Ama melezlik Paris’te bir kültür, bir anlam ve bir yaşama tutunma, barışık yaşama biçimi.
Kenti adımlayarak okumak diyordum ben buna. Masama dönüp önce Montaigne’den birkaç satır okuyup, sonra kendi Paris yazarlarıma göz atıp, defterlerime kapanıyordum.
Bilgi, tarih okumalarımın ötesinde kapandığım yazarlardan Julian Barnes için de bir defter açma gereğini duymuştum. Yanıma almadığım Bir Çift Göz’ündeki bazı bölümleri ve kitabın ruhunu hatırlayarak, Honoré Sokağı’ndaki mekânımda bir süre daha kalarak böylesi bir kitabı yazmaya başlamanın heyecanındaydım aslında. Zamanın Gürültüsü’nü okurken Şostakoviç’in ezgilerini dinleyerek sokağa çıktığımda ise bambaşka bir Paris duyumuyla karşılaşacaktım.
Eğer bir kenti içinizde yaşatmaya başlamışsanız oraya dair yazacaklarınızı belleğinizde saklı tutun. Müziğe verin kendinizi. O anki zamanınızın ruhunu anlatan müziğe. Birkaç adım sonra bunun hatırlattıklarıyla dönüp her şeyi yazabileceğinize inanın.
Öyle yaptım, o ezgilerle yürüdüm. Kentin neredeyse en uç kısmına, Les Halles’den Bercy’e kadar gittim. Bercy Village’da, Seine nehrinin kıyısındaki bir arastada kendi Paris’imi anlatmaya başladım…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Nisan 2016)