Okumadan yazmak, boş bir kuyudan su çekmeye çalışmaktır bir bakıma da. Bilek gücüne güvenmek hiçbir zaman kuyuda su olduğu anlamına gelmez.
Bir kere yazmak resim yapmak gibidir. Bunu uğraş edinmek ise bir sporcunun, müzisyenin, oyuncunun her gün uğraşı ile ilgili yaptığı ritüellere benzer bir çalışmayı onun için de zorunlu kılar.
Bu da şu demektir: Her gün yazmak, okumak; gene yazmak, gene okumak… İyi bir el figürü çizebilmeniz için en az yüz eskiz çizmeniz gerekir. Bu sabrınız yoksa, ne çizginizi geliştirebilir ne de o figüre erişebilirsiniz.
Peki, okumayı bu denli “kilittaşı” kılan nedir, diye sorarsanız; düşünmek derim. Yazı düşünce ürünüdür, hayal gücü sonra gelir. Düşünerek varırız her yere, nesneye; evrenin her tür devinimine. Evrenin yapısını kavramak eyleminde bile düşünce vardır. Çünkü düşünerek sorar/sorgularız; her bir nesnenin/durumun/duruşun algısına döneriz bilincimizle.
Yazmak eyleminin yalnızca sezgiyle olabileceğini düşünenlerin yanılgısını kınayamam, ama uyarırım; yazmak düşünmektir, görmektir. Yazının ucuyla görebilmek için ilk eyleme dönük olmalıyız.
Zaman zaman önüme gelen dosyalar/metinlere göz atarken ilk bakışımda şu vardır; okurken de bunu öne alırım: yazan kişinin aklı/düşüncesi nedir, nerededir. Yani o kurulan/anlatılan metindeki akıl-ses nerededir/ne söyler.
İşte buraya bakarak yazan kişinin okurluğuna dair de ipuçları yakalamaya çalışırım.
Geçenlerde, bir romancı dostumun roman dosyasını okuyup sonlamıştım. Dönüp kendisiyle konuşurken, içsesimdeki düşüncemi yenemedim, söyledim de kendisine: D.H. Lawrence vari bir romancının yazdıklarını, hele hele Kayıp Kız gibi bir romanını okumadan, Lawrence’ın romancı aklının varlığını bilmeden bu romanı yazmanız öyle çok eksikliği barındırıyor ki… Ondan öğrenecekleriniz/görecekleriniz olduğu kadar, onun birkaç adım ilerisine gitmeden yazmanızın çok bir anlamı olamaz da…
Kuşkusuz, ondan, bu okumaya yönelmesini etkilenmesi/taklit etmesi için söylememiştim. Onun da öyle algıladığını hiç düşünmedim.
Sıklıkla yinelediğimdir: yazar okuması yapmak.
Geçen gün, bir okulda gençlerle söyleşirken ilk sözüm şu olmuştu:
Biz yazarlar niçin yazarız?
Sonra da şunları sıralamıştım:
*okuduğumuz için,
*görmek için,
*aktarmak için,
*paylaşmak için,
*öfke duyduğumuz için,
*kendimizi ifade etmek için,
*kendimizi tanımak için…
Dilim döndüğünce bunlar üzerine düşüncelerimi aktardıktan sonra da; sözü Marquez’e getirmiş, onun bir düşüncesini anmıştım:
“Arkadaşlarım beni sevsin diye yazıyorum!”
Bu da hiç yabana atılacak bir durum değildir aslında. Evet, kendini sevdirebilmek de bir çaba gerektirir aslında.
Sonrasında ise, bu soruları “okumak” için çevirdiğimiz de daha da ilginç sonuçlar çıkmıştı.
Demem o ki; okumadan yazan bir dolu yazıcı var ortada.
Temel sorunun ne olduğunu irdelediğimizde karşımıza çıkan iki önemli gerçeklik var: aile ve eğitim.
Eğitim üretim içindir sözü hiçbirimize yabancı değildir.
Üretemeyen bir toplumun “kargo toplumu”, yani sürekli tüketen, başka yerlerden gelenleri habire tüketip duran asalak toplum olduğunu söyler dururum.
Bakın bilimsel alandaki intihallere, yazamadığı metinleri papağan gibi okuyup duranlara… Düşünce ipiltisi olmayan bir güruh geliyor ardımızdan. Yayın dünyasındaki kitaplara bakın, yazıcı olarak ortalara dökülenlere… Medya maymunluğundan yazıcılığa geçip köşe bucak yazı soytarılığı yapanlara bakın, dönüp okuyun yazdıklarını tek bir düşünce kırıntısı bulamazsınız. Ne okunanlardan aldıkları ne de özgün bir şey yarattıklarını gözlersiniz.
Okumayan yayıncının ortaya çıkardıkları kadar, okumayan öğretmenlerin sözüm ona eğittiklerine de değinmek gerek kanımca. Nasıl ki okumadan yazılamayacağı gibi okumayan bir eğitimcinin var olması bile düşünülemez. Bu olsa olsa ancak “körler sağırlar ülkesi”nde olur. Görmedim, duymadım diyen bir toplum kekemedir. Sizin konuşmanıza da gerek yok, başkaları sizin yerinize günde yirmi dört saat konuşup duruyor zaten!
Ortaya çıkan yazıcılara, neler yazıp ettiklerine bakın bunları kavramanız hiç de zor değildir sevgili okurum.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (2 Haziran 2015)