“En sevdiğim mi?” “Nasıl demiştiniz?” En sevdiğim manzaraları, hayvanları, bitkileri, yine en sevdiğim kitapları, müziği, mimari üslupları, resim akımlarını sormuştunuz, değil mi? Benim en sevdiğim diyebileceğim hayvanlar yok, en sevdiğim sivrisinekler, en sevdiğim böcekler, en sevdiğim kurtçuklar yok, hem çok istesem bile söyleyemem size hangi kuşları, balıkları ya da vahşi hayvanları yeğlediğimi. Kitaplar mı? Evet, çok okurum, hep çok okudum. En sevdiğim şey, divana uzanıp okumaktır, yatakta okumayı da severim, hemen her şeyi bir yere uzanır, öyle okurum, hayır, kitaplar değil bu işi yaparken önemli olan, her şeyden önce okuma eyleminin kendisi önemli benim için, beyaz kâğıtta bir şeylerin yazılı olması, harfler, heceler, satırlar, insanla ilintisini kuramadığım o saptamalar, göstergeler, belirlemeler, insandan gelen, anlatımların kalıbı içinde…
Kitaplar, bizim iç dünyamızı zenginleştirir ama bu zenginliğin kaynağı hep biz olmalıyız diye düşünürüm. Okuduğumuz kitaplar vardır, bizi keyifli bir yolculuğa çıkarırlar. Ya okumadıklarımız? Bilir misiniz, onlar da beni hüzünlendirirler. Aralarında okunması gerekenler vardır, okunacak olanlar vardır ve mutlaka okunması gerekenler vardır.
Bir süre önce bir dergide, Pierre Bayard adında Fransız yazın eleştirisinin en yaratıcı isimlerinden biri olarak kabul edilen bir araştırmacı “Okumadığımız kitaplar hakkında nasıl konuşuruz?” başlıklı bir deneme kitabı yayınlamış. Son zamanlarda pek az eser toplumun ilgisini çekmesine rağmen bu kitap birden bire satış rekorları kırmaya başlamış, yirmi kadar yabancı dile çevrilmiş. Bu rağbetin sırrının yazarın içtenlikle ve ince bir mizahla eserini sunması olduğu söyleniyor. Bu deneme kitabında, Pierre Bayard, özellikle kültürü ve okuma biçimimizi sorguluyor. Bayard eserinde Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanına oldukça fazla göndermeler yapmış. Aslında Umberto Eco da Pierre Bayard kadar şakacı ve paradoksları seven bir entelektüel olduğu için 17 Kasım 2007 de “New York Public Library”de yaptıkları söyleşi “Okumak nedir?” ve “Okumadığımız kitaplardan nasıl söz ederiz?” üzerinde odaklanmış. Tesadüfen elime geçen bu söyleşiyi sizlerle paylaşmak, sizlere bu konuda bu iki yazarın okuma üzerine düşüncelerini aktarmak istiyorum.
Umberto Eco Pierre Boyard’a büyük ölçüde katılıyor. Umberto Eco, özellikle insanlığın gelişme süreci ve yayınlanan eserlerin sayısının çokluğu göz önüne alındığında, tek bir insanın yaşam süresinin hepsini okumaya yetmediğini söylüyor. Hal böyle olunca, insan zorunlu olarak okumadığı kitaplardan da konuşur oluyor. Kişi edebiyat tarihi okutulan bir okulda eğitim görmüşse doğal olarak başka yapıtlar hakkında da bilgi edinebiliyor. Buna örnek olarak kendini gösteriyor ve kendinin de bazı İtalyan başyapıtlarını okumadığını rahatlıkla söylüyor.
Pierre Bayard bunun üzerine şaşırarak soruyor: “Nasıl, ne gibi yani?”
Umberto Eco şöyle yanıtlıyor: Boiardo’nun “Orlando İnnamorato”su… Ama tam bir okuma yapmamış olsam da hakkında yirmi dakika konuşabilirim. Aristo ve Tasso ile bağlarını açıklayabilirim. Çünkü o metinlerle ilişkisine bakarak onların arasına yerleştirmeyi öğrendim. Bazı ‘autodidact’ yani özöğrenimlilerin deha sahibi olsa bile, bir zayıf yanları var: eserleri birbiriyle ilişkili olarak yerleştiremiyorlar. Bunu bize okul kurumu öğretiyor. Şu temel bir olgudur: toplum ve kültür, içinde, insanların bizim için okuduğu bir sistem bir mekanizmadır. Bizler, tanıdığımızı savunduğumuz bütün kitapları okumadık, ama gerçekte, içeriklerini kusursuz olarak biliriz. Size bir olgu anlatayım: Benim 50.000 kitap civarında küçük(!) bir kitaplığım var. Yalnız Milano’daki apartmanımda 30.000 kitap… Günün birinde hemen herkes, “Siz kaç kitap okudunuz?”, “Bütün bunları okudunuz mu?” gibi sorular soran bir sivri akıllı ile karşılaşmıştır. Bu durumda üç yanıt verilebilir: Birinci yanıtı dostlarımdan biri vermiş: “Daha fazlasını, bayım, daha fazlasını”. İkinci olası yanıt: “Hiç birini yoksa neden onları burada tutayım ki!”. Üçüncü yanıt: “Bunların hiç birini henüz okumadım. Okuduklarımı belediye kütüphanesine yolladım, bunları önümüzdeki hafta okuyacağım!”
Umberto Eco bu soruya şaka yolu ile cevaplasa da dostunun verdiği ikinci yanıtını şöyle açıklıyor:
“Bir kitaplık sizin belleğiniz için bir garantidir. Şu veya bu kitaba gereksinim duyarsanız onun orada olduğunu bilirsiniz. Yine de siz, sürekli olarak pişmanlık ve suçluluk duygularının kurbanısınızdır! Ne şuradakinin ne oradakinin kapağını bile açmadınız. Sonra, günün birinde, otuz yıldan beri durup duran bir romanı veya bir denemeyi raftan çekip alırsınız. Onu hiç okumamış olduğunuzdan eminsinizdir. Okumaya başlarsınız ve onu kusursuz bir şekilde tanıdığınızı fark edersiniz. Burada yine üç varsayım karşınıza çıkar: ya herhangi bir dönüşüm (transmutation) olayı ile kitabın ruhu, salt ellerinizin kabına değmesi ile size iletilmiştir, ya onu okumadığınızı sanmanıza karşın, orada bulunduğu o otuz yıl içinde, bir gün onu aldınız açtınız ve birkaç sayfasına göz attınız. Veya sonuçta o otuz yıllık sürede ondan söz eden birçok çalışma okudunuz. İşte çıraklık ve acemilik sürecinde bilginin ve ilerlemenin bir garantisi olarak okumadığınız birçok kitabın içeriğini bilmenin yollarından biridir bu.”
Pierre Bayard. -“Bana kalırsa apartmanının ziyaretçisine benim yanıtım şöyle olurdu: Onları okumadım amma ben onlarla yaşıyorum. Okulun öğretemediği okuma-okumama sorunu değil, kitaplarla yaşamak. Okumanın pek çok yolu olsa da okul genelde bize tek bir okuma şeklini öğretir -ilk satırdan son satıra!-”
Benim kendimce kitapları az çok kavramak konusunda iki yöntem içeren bir varsayımım var: yorumlama ve faydalanma. Bunu göstermek için ben hep doktoramın hikâyesini anlatırım. Tamamen çıkmaza girdiğim bir noktaya gelmiştim- araştırma yaparken bu tür şeyler insanın başına gelir. Büsbütün kaybolmuştum. Küçük bir Paris kitapçısında,19. yy’da Vallet adlı bir papaza ait eski bir çalışma buldum. Benim konuma değiniyordu ve onu hemen okudum. Çok sıkıcıydı ama 133. Sayfada bana sanki bir aydınlanma gibi gelen ve altını kırmızı kalemle çizdiğim bir fikir buldum. İşte bu fikir sayesinde çalışmamı tamamlayabildim. Birkaç yıl geçti ve bir gün bir dost bana “Gülün Adı”nda bir Papaz Vallet’ten söz ettiğimi hatırlattı. O şahıs beni sıkıntımdan kurtardığı için ona saygı duyuyorum. Halbuki, dostum kişiyi tamamen benim yarattığımı sanıyordu. Bu kitabı kitaplığımda aramaya gittim. Alıntının geçtiği sayfayı kesin olarak hatırlıyordum ve doğruca orayı açtım. Ve birden fark ettim ki orada yazılı olan şey hiç de benim bulduğumu sandığım şey değildi. Papaz Vallet bambaşka bir şey anlatıyordu! Ama kullandığı sözcükler beni tetiklemiş, kendi düşünceme götürmüştü. İşte bir kitabı kullanmak budur.
İşte bu noktada Pierre Bayard’ın “okuma nedir” üzerine olan görüşü devreye giriyor. Eğitim sistemimizi, bir metinde bulunan her şeyi bilmeye zorlayan metin analizlerini abartıya kaçtığı için eleştiriyor. Çocukları okumada özgür bırakmayı, okudukları hatta okumadıkları kitabı bile tekrar yaratmalarına izin vermelerini istiyor eğitmenlerden. Eğitimin bir yanlışına dikkat çekiyor. Okullarda uygulanan eğitim sisteminde öğrencilerden okunan kitabın son derece detaylı ve kesin bir özetlenmesi isteniyor. Böyle bir eğitim sisteminin okur yaratması imkânsızlaşıyor. Pierre Bayard edilgen okuyucular değil kendini anlatmayı deneyen okurlar yaratmak istiyor. Öğrenciye okumanın makine gibi kaydetmek değil, yaratmak olduğunu anlatmanın önemli olduğunun kavratılmasını arzuluyor.
Umberto Eco’nun internetteki yazma özgürlüğüne ilişkin görüşleri de ilginç. Ona göre bu tür yazma alışkanlığı bir özendirme yöntemi. Hepimiz nasıl Pavarotti ve Sinatra’yı beğeniyor ve her gün duşun altında onların şarkılarını söyleyebiliyorsak (ki bu bizim en doğal hakkımızdır) herkesin de yazmaya hakkı var. Eskiden yazmanın ayrıcalıklı bir azınlığa özgü bir iş olduğuna inanılırdı. Pek çok kişi yazmayı deniyordu, yazısını bir yayıncıya gönderiyor, dönüş postası ile onu geri alıyordu ve acı çekiyordu. İnternet bu durumu değiştirdi. Şimdi her isteyen yazabiliyor. Herkes okunmayabiliyor ama en azından herkesin yazmaya hakkı olduğu bir alan yaratıldı. Böyle bir alanın olmasını “HARİKA!” olarak değerlendiriyor.
Evet, bunlar Umberto Eco ve Pierre Bayard’ın okuma üzerine görüşleri. İsterseniz diğer yazarların görüşlerine de başvuralım. Ne dersiniz? Örneğin Rilke “Genç bir şaire mektuplar”da okuma üzerine görüşlerini şöyle anlatıyor:
“Her okuyuşunuzda kitaplardan daha büyük bir zevk alacak, daha büyük bir şükran duygusuyla dolacak içiniz, çevrenizi gözlemlemede daha üstün ve yalın bir aşamaya yükselecek, yaşama beslediğiniz inanç derinleşecek, yaşamda daha mutlu ve daha büyük bir kişiye dönüşeceksiniz.”
Okumak üzerine Fernando Pessoa şöyle düşünüyor:
“Okumak, elin rehberliğine güvenerek düşlere dalmaktır. Kötü okursak, göz ucuyla okursak, biz kılavuzluk eden elden kurtuluruz. Derin bilginin ardından yüzeyselliliğe ulaşmak; iyi okumanın, derin olmanın en iyi yolu budur işte.
Ölürcesine okuyorum. Klasiklerin, sakinlerin, acı çekseler bile bunu asla söylemeyenlerin, bana kendimi kutsal bir yolcu gibi hissettirenlerin dünyasında – işte onların dünyasında kendimi kutsanmış bir hacı, amaçsız dünyanın nedensiz seyircisi, çekip giderken, hüznünün son sadakasını son dilenciye veren Büyük Sürgün Prensi gibi hissediyorum.”
Marcel Proust “Okuma Üzerine” yazdığı kitapta uzun uzun irdeliyor okuma eylemini. Şöyle yorum getiriyor: “Bütün kitapları okumak, bu kitapların yazarı olmuş geçmiş yüzyılların en değerli insanlarıyla konuşmak gibidir.”(…)“…bir kitapla bir dost arasındaki esas farklılık bilgeliklerinin az veya çok büyüklüğü değil onlarla iletişim kurma tarzıdır, okuma, konuşmanın tersine, yalnızlığımızı sürdürürken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca derhal dağılan entelektüel güçten yararlanmaya devam ederek, esinlere açık olmaya ve zekânın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını tamamen verimli kılmaya devam ederek, her birimizin önceden iletilmiş bir başka düşünceyi edinmesidir.”
Kaynakça:
Le Magazine Litteraire, Juin 2009
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (1 Haziran 2018)