Toplumsal alışkanlıklarımız üzerine yapılan pek çok araştırma, bir gerçeği bize tekrar hatırlatıyor: Kitap okumayan bir toplumuz. Bunun nedenleri üzerine değişik bakış açıları ile irdelenmiş faklı cevaplar verilebilir kuşkusuz. Oysa okuma alışkanlığı değerlendirilen bireylerin verdiği yanıt oldukça net ve basit: “Okumak için vaktim yok!” Televizyon izleme oranlarının bu kadar yüksek olduğu ülkemizde bu cevap, oldukça manidar elbette.
Toplum olarak sadece kitap okumayı değil, “okumayı” sevmediğimizi düşünüyorum. Yani derdimiz birebir okuma eylemi ile. Yalnız belirli bir çaba gerektiren edebi eserleri değil, hiçbir şeyi okumayı istemiyoruz. Banka sözleşmelerini, garanti belgelerini hatta en ileri teknoloji ürünlerinin kullanma kılavuzlarını bile okumuyor, bilgilenmek için “bir bilen”e danışmayı tercih ediyoruz. Yazıya değil sese yöneliyoruz. Belki “okumak” ile olan ilişiksizliğimizin nedeni biraz da toplumsal kollektif bilinçaltımıza kazınmış olan bu eğilimimizde yatmakta. Yani yazılı kültüre değil sözlü kültüre ait olma özelliğimizi korumamızda ve aşamamızda…
Biz düşünce üretimini tek katmanlı ve doğrusal zeminde işler gibi düşünsek bile zihin ve bellek değişken, çok yönlü ve hâlâ bilinmezlerle dolu bir yapıya sahip. Ancak sözel aktarımı kullanan beyinlerin işleyiş yollarının yazılı aktarımı kullananlardan çok farklı olduğu bugün net olarak biliniyor. Sözlü kültür, yazıyı bilen ve yazınsal izlekler üzerinden düşünen bireylerin konuşacakları zaman kullandıkları zihinsel yollar değildir. Sözlü kültür, yazınsal mantıkla hiç temas etmemiş bireylerin bilgiyi anlama, anlamlandırma, derleme ve hafızada depolama yöntemlerinde ortaya çıkar. Ancak, sözlü kültüre çok alışkın olan ve yazı ile geç tanışan toplumlarda kalıntıları, etkileri, artçılları yaşamaya devam etmektedir. Bu nedenle bizim gibi söze, konuşmaya, kapı önü ya da kahve sohbetlerine tutkun toplumlarda yerini ve bireyin anlamlandırma sürecindeki etkisini korur.
“Dilin sözlü niteliği ve sözlü kültürle yazı arasındaki bazı farkların derin anlamları, bilim dünyasında son on yıllarda sezilmeye başlanmıştır.” demektedir Walter J. Ong. “Dil o denli sese bağlıdır ki, tarih boyunca konuşulan binlerce, belki on binlerce dilden sadece 106 tanesi edebiyat üretebilecek derecede yazıya bağlanmış, büyük bir kısmı ise hiç yazılmamıştır. Bugün konuşulan 3000 kadar dilden yalnızca 78 tanesinin edebiyatı bulunmaktadır(*).”
Yazı bir tür teknolojidir, araç gereç kullanmayı gerektirir. Doğada serbestçe dolaşan sesleri iki boyuta indirgeyerek kâğıt üzerine hapseder. Sözü, depolanabilir ve saklanabilir bir forma sokar.
“Yazı, insan bilincini en çok değiştiren tekil buluştur(*).” Yazıya alışkın zihinler bilinçdışı bir alışkanlıkla analitik ve mantıksal şekilde düşünürler; bu ise saf sözel kültüre sahip insanlar için oldukça yabancıdır. Yazıdan habersiz olanlar düşünebilir, öğrenebilir, anlam verebilirler; ancak bilimsel analiz ve inceleme yapamazlar. Mantıksal değerlendirme ve gerçeklik analizi gibi analitik beyinler için alt zeminde otomatik olarak süregelen çıkarımları kullanmazlar.
Mantıksal ve analitik düşünme, yazı sayesinde kazanılmış yetilerdir.
Sözden yazıya geçiş, mitostan logosa geçiştir; yani felsefeye ve bilime açılan kapıdır. Masallar diyarından vazgeçmek, dünyanın gerçekliği ile yüzleşmektir.
Bizse sözel kültürden geliyoruz. Orta Asya’dan Anadolu’ya dek uzanan anlatılara sahibiz. Masallara, destanlara, efsanelere, hikâyelere… Dede Korkut’un ve Şehrazat’ın torunlarıyız. Sözü severiz. Konuşmayı, dost meclislerini… Şamanların, âşıkların torunlarıyız. Ozanlar, dervişler anlatır öykümüzü. Mesnevilerle, türkülerle, ağıtlarla…
Biz konar-göçer ataların torunlarıyız. Her an göç edebilecek şekilde yaşarız. Göç ederken yanımıza yükte hafif, pahada ağır olanları alırız. Yerleşik hayata geçtikten sonra bile yanımıza yazılı neşriyatı değil de sözümüzü almamız belki de bu yüzdendir.
Tekrar okuma alışkanlığımıza gelirsek eğer; bu konuyu sosyolojik, kültürel, antropolojik, psikolojik faklı bakış açıları ile değerlendirilebiliriz kuşkusuz. Ama bunların bir adım ötesine geçerek, sözlü kültüre ait özelliklerimizin toplumsal bilinçdışı kodlarımızda yer almasının da önemli bir etken olabileceğini vurgulamak istiyorum. Sözel mirasımız bizim zenginliğimiz. Bu zenginliği inkâr etmek, zayıflatmak, yok saymak değil, bu değerlerin yanına okuma kültürünü de ekleyebilmek asıl amacımız olmalı.
Okuma kültürüne uzak kalmaya devam ettiğimiz sürece sözün mantıksallığını ve gerçekle ilintisini değil de sadece güzel konuşmayı önemsemekten kurtulamayacağımızı düşünüyorum. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovanların yaşadığı bir toplumda yılanı deliğinden çıkaran tatlı (ama doğruluktan uzak) sözlere olan tutkumuzu mercek altına almak istiyorum. Bize bir hap gibi verilen ve düşünmeden kabul etmemiz beklenen bilgileri sorgulama hakkımız ve hatta sorumluluğumuz olduğunu hatırlatmak… Soru sormanın ayıp sayılmasına karşı çıkmak… Bir fikri olduğu için söze karışan çocukların susturulmasının ve bunun ‘büyüklere saygı’ adı altında sunulmasının “Bizim toplumumuzda niçin bilim adamı yetişmiyor?” sorusu ile bağlantısını tartışmaya açmak… Sözü büyüklere verirken “Sus!”u neden çocuklara lâyık gördüğümüzü sormak… Hafızamızın bağışıklık sistemini tekrar güçlendirerek geçmişten aldığımız derslerle geleceğe uzanmak…
Ve neden bu kadar unutmaya ve kandırılmaya yatkın bir toplum olduğumuz sorusuna yeni cevaplar verme zamanının geldiğini bir kez daha vurgulamak: Çünkü okumayı sevmiyoruz!
Dede Korkut’un torunlarıyız, evet. Bununla gurur duyuyoruz. Ama Orhun yazıtlarını bırakan atalarımızı ve tarihte yazıyı ilk bulan Sümerlilerle olan bağımızı da hatırlasak ve gurur tablomuzu okuyarak genişletsek daha iyi olmaz mı?
“Kim ne derse desin, sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir.”
Ölü Ozanlar Derneği filminden…
“(*)” bölümler Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür kitabından alıntıdır.
Pınar K. Üretmen – edebiyathaber.net (22 Şubat 2016)