“Dostoyevski benim için, asıl kendi düşüncelerimi anlatmaya bir bahaneden ibarettir.” André Gide’in bu söylediği, tam olarak, Kahrolsun Dostoyevski romanında Atiq Rahimi’nin yaptığıdır. 145 yıl önce yayımlanmış, tüm dünyayı ve dünya edebiyatlarını etkisi altına almış Suç ve Ceza romanının alegorisi üzerine kurulu bu roman Rahimi’nin üçüncü romanıdır.
Daha önce Toprak ve Küller ve Sabır Taşı adlı iki romanıyla Türkçe okuruyla buluşan yazar, Kahrolsun Dostoyevski adlı romanıyla okuruna farklı bir tat sunuyor. “Roman dille, yeni bir dille yazılır. Romancı, her gün, her romanda dilini yeniden yaratmak zorundadır. Eğer yeni bir dil kullanmıyorsam, derhal bırakırım romanı,” cümlesini Yaşar Kemal’den referans olarak aldığımda Atiq Rahimi’nin üç romanında da farklı bir dil kurduğunu ve bunun bir başarı olduğunu söyleyebilirim.
Atiq Rahimi’nin, Dostoyevski’nin deltasında, kurduğu bu yapı 1979-1989 yılları arasında, tahmini bir ila iki milyon arası insanın öldüğü Sovyetler Birliği-Afganistan Savaşında adalet, ölüm, suç ve ihanet kavramlarını Kabil’de sorguluyor. Atiq Rahimi’nin bu savaş sürerken, 1984’te, Fransa’ya sığınmış olduğunu kitaptaki biyografisinden öğreniyoruz.
Dostoyevski’nin deltasında Rahimi’nin anlamlandırdıkları
Kahrolsun Dostoyevski ile Suç ve Ceza romanlarında kahraman yaklaşmaları benzeşmeleri fazlaca bulunmaktadır. Rahimi’nin kahramanı Resul, Raskolnikov gibi paltosunun altına gizlediği baltayla yaşlı kadını öldürmektedir. Alaycı da olsa Resul’a, Resulovski diye hitap ettiren Rahimi’nin yaşlı kadını rehinci, tefeci ve fuhuş yaptıran Alya; Dostoyevski’nin Alyona’sına benzemektedir. Yine Resul ve Raskolnikov’un evlendirilmek istenen kardeşlerinin adı Dunya’dır. Resul, Suphiye’ye, Raskolnikov ise Sonya’ya âşıktır. Resul’ün ödeyemediği kirasında ve diğer birçok sıkıntısında yardımcı olan kuzeni Razmodin ise Raskolnikov’un arkadaşı Razumihin’in tezahürüdür.
Sadece kahraman adlarıyla da değil, olay örgüsü, kahramanların ruh hali de benzeşmektedir. Kâbusların uykuyu aşarak uyanık hale de sızması bu iki başkahramanın ortak özelliğidir. Yazar, romanda kendi kahramanları ve Dostoyevski’nin kahramanlarını karşılaştırma yoluna gitmesi okurda bir farkındalık yaratması bakımından önemlidir. Bu farkındalık, Rahimi’nin romanın her aşamasında kendisine ve de okuruna emanet bir deltada eşelendiğini, fazlaca, hatırlatıyor. Fazlaca diyorum çünkü romanın ilk cümleleriyle hatta sadece adıyla bile Dostoyevski’ye götürülüyor okur. Bu karşılaştırmalarda iki önemli örnek vermek gerekirse;
“Tefeci karıyı öldürdükten sonra evine dönen ve ateşli halde divana yığılan Raskolnikov yap. Peki, tamam, senin divanın yoksa da bir döşeğin var, leş gibi, seni yerlerde bekleyen.” (25)
“Ama Resul, unutma ki, o Raskolnikov’un sevgilisi Sonya değil. Suphiye başka bir dünyanın insanı.”(133)
Bu örneklerle anlaşılacağı gibi Atiq Rahimi, romanını Dostoyevski’nin deltasında kurmakla kalmamış, alegorisini de yüklenmiştir. Bu kadar büyük bir benzerlik kümesiyle Rahimi’nin romanın kurgusundan çok anlatmak istediklerini ön plana çıkarıyor. Kendi düşünceleri, Dostoyevski ‘bahanesini’ kullanarak ve onun sembollerini, kendi coğrafyasında, kendi inançlarına göre anlamlandırarak aktarmıştır Rahimi. Okur tarafından iyi bilinen Dostoyevski’nin kahramanlarına giydirdiği ve bir öncekini açıkça andıran, işaret eden isimlerle bir roman yazmanın riskini, özgün diliyle azalmaya başarmıştır. Üzerinde başka kahramanların olduğu bir yeraltı katmanı sağlamıştır. Bu özellik Giorgio Manganelli’nin iyi kitap için dediklerini hatırlatıyor. “Kitaplar gerçekten iyiyseler, olay örgüsünden arındırıldıklarında, gizli bir imge, içinde gerçekten bir kitabın büyüklüğünün yattığı bir yeraltı katmanı sunarlar.” Ve Rahimi romanında kullandığı iki epigraftan Frédéric Boyer’in şu cümlesiyle “Ama yazı gibi varoluş da, sadece bir başkasından çalınmış olan cümlenin tekrarına dayanır.” Bir başkasından, Dostoyevski’den, ‘çalınmış’ cümlelerin tekrarına dayandırıyor romanını. Suphiye’nin Resul’e dediği “Eğer yaşasaydı seni intihalle suçlardı” (218) cümlesi birçok kişi tarafından Rahimi’ye de söylenebilir; ama Rahimi’nin yaptığı varoluşu kendinde anlamlandırıp bir tekrara dönüştürmek.
Romanın diğer epigrafı Hafız Aziz’in “Âdem’in günahını işlemeyi ne çok isterdim.” Epigraf romana ne kadar dâhil, sorusu üzerine uzun uzun tartışmalar yapılabilir. Ama eğer yazar epigrafı bir ön kıvılcım olarak kurmacasının başına almışsa, ben onu, okuru metnin içine yönlendiren bir işaret parmağı olarak ele alırım, öyle okurum. Peki, Rahimi’nin burada işaret ettiği nedir? Suç ve karşılığı olarak beklenen; ceza. Resul’ün kendini adaletin kollarına bırakmak istemesi, işlediği suçun buhranındandır. Ama Resul işlemediği günahlardan dolayı yargılanıyor; hırsızlıktan, ihanetten, babasının Komünist olmasından, okuduğu kitaplardan. Ne gelirse başına kitap, onun için kahrolsun Dostoyevski! Bu da Âdem’in işlediği günahtan tüm bir insan neslinin cezalandırılması gibidir.
Resul’ün gardiyanla yaptığı konuşma, yalnız Âdem’in işlediği günahtan değil birçok kişinin ‘günah’ının cezasını birey olarak çekmekte olduğumuzu işaret ediyor Atiq Rahimi.
“Oyun oynamıyorum. Bir katil olduğum için yargılanmak istiyorum, bir komünistin oğlu olduğum için değil.”
…
“Hayır, hiçbir şey anlamıyorsun! Ne zaman bu ülkede biri bir birey olarak yargılandı? Hiçbir zaman! Sen kendinden ibaret değilsin. Ailen neyse, kabilen neyse sen de osun.” (176)
Güvercinlere buğday atan yaşlı adamı ve “Buğday vermek günahtır” diye onu uyarak uyaran yaşlı kadını izler Resul ve sonraki diyalog yaşlı adamla şöyle devam eder:
“Evet, Hazreti Âdem ile Havva Anamız buğday yüzünden Cennet’ten kovulmuşlar.”
“Bana bundan bahseden ayetleri göstermelisin.”
“Söylüyorum sana; bu günah.”
“Benim günahım mı, onların günahı mı?”
“Senin günahın, buğday veren sensin.”
“Umurumda değil. Onlar da yemesinler o zaman. Onların da özgür iradesi var.” Gülüp geçti ve Resul’e döndü: “Açken, kimsenin günahı takacak hali olmaz! Yalan mı?” Ona doğru eğildi, “Laf aramızda; Hazreti Âdem ile Havva Anamız da aç olmasalardı yasak meyveyi yerler miydi? Hayır.” (135)
Kadına balta, sineğe merhamet
Sabır Taşı adlı romanıyla okurunu kadim kadın meselesine çeken Rahimi, Kahrolsun Dostoyevski’ye güzel bir polisiyeyi aratmayacak bir kadın cinayetiyle başlıyor. “Resul tam baltayı yaşlı kadının başına indirmek üzere kaldırmıştı ki aklına Suç ve Ceza’nın hikâyesi düştü. Onu yıldırım gibi çarptı. Kolları boşaldı, bacakları titredi. Ve balta elinden kurtuluverdi. Kadının kafatasını yardı ve oraya saplandı.”
Romanın ilerleyen sayfalarında Rahimi, suç, adalet, ihanet, ceza kavramı üzerinde düşündürür. Daha büyük bir suçu işaret eder ve “İhanet suçtan beterdir,” “Cinayeti ihanete tercih ederim” “Savaş ne saflığı tanır, ne de masumiyeti.” “Senin de dediğin gibi, öldürmek bu ülkede yapılacak en önemsiz hareket.” “Çevrene bak; kim öldürmüyor ki?” gibi cümlelerle cinayet suçunu hafifletmeye çalışan yazar, elli afganilik sadakasıyla katilin iyilikseverliğini pekiştirir, adalete ayaklarıyla teslim olmaya gitmesi ve Kafkaesk bir davayla adaletin çarpıklığı üzerine gitmesiyle katil aklanmış olur. En sonunda gelinen noktada sineğe merhamet eden bir kadın katili, Kâtip’e seslenir: “Oraya oturma, lütfen. Bir sinek var orada, sefil bir sinek…” (217)
Kahrolsun savaş
Rahimi, coğrafi olarak uzak olmadığı Rus Edebiyatının en önemli eserlerinden olan ve yarattığı Resul adlı kahramanında anlamlandırdığı Suç ve Ceza ile temellendirdiği Kahrolsun Dostoyevski romanıyla aslında savaşı lanetliyor. Kahrolsun savaş, demek istiyor. Bu kahır okuma, savaşa bir alçaltma; Dostoyevski’ye ise bir yücelik kazandırıyor. Bu bağlamda Kahrolsun Atiq Rahimi, başlığını bu yazıya uygun gördüm: Yine savaşı alçaltmak ve yazarı yüceltmek için. Sonrasında
Çünkü savaş varken; takma dişe gerek yoktur, aşk da yoktur, adalet yoktur; sadece ölümün normal karşılanma kötülüğü vardır.
Rahimi’nin böyle bir roman için Dostoyevski’yi temel seçmesinin nedeni, kendisinin de Sovyetler Birliği savaşından Fransa’ya göçmesi de sayılabilir.
Pervaiz’in Resul’e sorduğu soru şu:
“Dostoyevski kendi ülkesinde bir şeyi değiştirebildi mi? Stalin bir adamı etkileyebildi mi?”
Resul’ün cevabı ise, Atiq Rahimi’nin, okurunu Dostoyevski’nin deltasında gezdiren nedenidir:
“Hayır. Ama eğer bu kitabı yazmasaydı belki de kendisi bir cinayet işleyecekti. Üstelik bana da bu bilinci, kendimi de Stalin’i de yargılama kapasitesini kazandırdı. Bu başlı başına muhteşem bir şey. Değil mi?”(183)
Ve
“Her şeyi alt üst eden ben değilim, Dostoyevski!” (218)
Ercan y Yılmaz – edebiyathaber.net (6 Eylül 2013)