Türkiyeli okurun niteliği öyle yükseldi ki, yayınevleri bu durumu aşağı nasıl çekeriz diye uğraşıyor. Çünkü o ihtiyaca cevap vermek için para harcamak, çalışmak ve hakkaniyetle seçilmiş romanlar basmak, bugünkü sosyal akrabalık ilişkileriyle yayıncılık yapmaktan daha zor. Sahi popülerlik gibi bir para makinesi varken, zoru ve gerçeği kim sevsin? Üstelik iki tür popülerlik var: İlki derinliksiz metinlerin kolay okunurluğu ve sürükleyiciliğiyle çok satışından kaynaklı. İkinci popülerlik de niteliğin doğru pazarlama stratejisiyle buluşmasıyla mümkün. Türkiye’de ise ikinci tür popülerlik, ilkinin sosuna batırılarak sunuluyor ve okur zehirleniyor.
2006 yılında Ankara’da gazetecilik bölümünü bitirdiğim zaman yayına hazır bir öykü dosyam vardı. Sekiz hikayenin sonunda bir romanın birbirinden bağımsız parçalarının olduğu anlaşıldığı modern bir çalışmaydı. Ben de tüm yazar adayları gibi büyük yayınevlerinin kapısını çalmak istedim. Buna hazırlanırken de bir yandan okumaya kıyasıya devam ettim: Arkadaşlarım eğer kitap okuyorsa, popüler metinlerle ilgilenirken ben Balgat’taki öğrenci yurdundan Kızılay ve Sıhhiye’deki sahaflara yürüyerek elde ettiğim tasarrufu klasiklerin yanında yeni Türk modern yapıtlarını okumak için de harcıyordum. Böylece Murat Gülsoy’un yeni kitaplarını da okudum ve İstanbul’a ailemin yanında döndüğüm vakti de, e-posta üzerinden iletişime geçtim. Amacım; Gülsoy’a yazdığım metini göstermek, yayın dünyası için fikir almak ve onun nitelikli öyküleri ile romanları hakkında kendi görüşlerimi iletmekti. Yazar da büyük bir incelik göstererek öğretim üyesi olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ofisinde beni ağırladı ve orada uzunca konuştuk. Sohbetin bir yerinde, Türkiye’deki okurun alışkanlıkları üzerine laflarken de Gülsoy “Türkiye’deki okurlardan kaçı acaba Murakami’yi biliyordur” diye sordu. Gerçekten de 2006’nın Türkiye’sinde Haruki Murakami, geniş kitlelerce tanınan bir yazar değildi. Fakat o gün Murat’ın bu sözü üzerine Yasunari Kawabata’dan, Kenzaburo Oe’ye Yukio Mişima’dan hemşerileri Murakami’ye değin Japon edebiyatı hakkındaki görüşlerimi dile getirmiştim. Aradan daha 10 yıl geçmeden Murakami, Türkiye’de hem çok tanınan, hem çok satan, hem de çok okunan bir yazar haline geldi. Ve bu hızlı hem de önemli gelişme beni her seferinde çok heyecanlandırdı. Eni konu Haruki Murakami ne kadar popüler bir yazar da olsa, metinleri öyle kolay anlaşılabilir niteliğe sahip değil. Modern edebiyatın sınırlarını zorlayan Murakami, bunu Avrupa edebiyatı tarzında yapıyor. Böylece Japonya’yı bir Japon olarak yabancının gözünden anlatıyormuş izlenimi veren üslubu yine de çok okur tarafından çok dikkate ihtiyaç duyan bir niteliği barındırıyor. Onun gibi nitelikli fakat bir pazarlama stratejisi olarak popülerleştirilmiş bir yazarın Türkiye’de okur olmanın bir kriteri sayılacak şekilde fazla okunması ve bunun kısa sürede gerçekleşmesi, irdelenmesi gereken konulardan biri sayılmalı.
Yolcu okurlar
Benim gibi uzun zaman boyunca İkitelli’deki gazetenizden, Kozyatağı’ndaki evinize trafiği aşmak için servisten inip toplu taşıma ile seyahat ettiyseniz, İstanbul’daki toplu taşıma araçlarındaki okuma alışkanlıkları üzerine düşünmemeniz elde değil. Ki bu konuyu birkaç öykümde ve incelememde biraz yazdım: Eskiden toplu taşıma araçlarında popüler romanlar okuyanları görürken, son dönemde ise okuma alışkanlıklarının değiştiğini, ev sakinliğinde ya da kütüphanenin sessizliğinde okunabilecek modern klasiklerin ve yoğun metinlerin hatmedildiğini gördüm. Aynı zamanda bu okumadaki nitelik artışı, yazdığım mecraların ardından bana gelen okur mesajlarıyla da iyice ortaya çıktı. Okur, nitelikli metinle ilgili bir incelemeyi, ele alışı yakından takip ediyor, kendi bakış açısıyla o metnimi yeniden yorumlayıp benimle paylaşıyor.
Konuya buradan bakınca, Türkiye’deki okurun çok da pazarlama stratejileriyle yönetilmeyeceğini anlayınca durum farklılaşıyor: Türkiye’de okurun niteliği artıyor. Artık sadece çok satmaya ve yazarı ile yayıncısına çok kazandırmak için kurgulanmış tarih soslu metinleri istemiyor has okur. Çünkü bir has okur kitlesini oluşturduğunu ve bunun büyük de bir gücü olduğunun farkında. Türkiye’deki okur kendini tam anlamıyla popülerliğin esiri yapmadı. Ama burada ters bir durum meydana geldi. Okurun bu aydınlanması büyük bir ışık saçarak sürerken, aynı anda büyük yayınevleri hızlıca bir karara imza attılar. Özet yazar gibi yazılmamış; kısa ve alt metine yer vermeyen cümlelerle oluşmamış hiçbir romanı basmadılar. Böylece Türkiye’de edebiyat, sadece popüler ve çoksatar, basit anlatıyormuş gibi yapan ama derinliği olmayan metinlere ve onların yazarlarına teslim edildi. Aynı zamanda bu popüler yazarlar kendi içlerinde çok satan popüler yazarlar ve nitelikli popüler olarak ayrıldı ki, nitelikli edebiyatın peşinde koşan Türkiyeli okura da ‘Yerli nitelikli yeni yazarlarınızı takip edin’ baskısı böylece başladı.
Onlar istiyor
Bir yandan Türkiye’de Haruki Murakami’nin IQ84’ü, Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü ve Mircea Cartarescu’nun Orbitor’u satacak, Dino Buzzati’nin Tanrı’yı Gören Köpek’i okunacak, John Fowles’in Büyücüsü sihrini gösterecek, öte yandan da tarih sosuna bulanmış aşk ve macera romanları, çocuğa anlatır gibi sürüp giden derinliksiz polisiyeler ve söz oyunlarından başka geçer akçesi olmayan, hikayesiz hikaye anlatma sanatının ardına sığınmış hikayesiz romanlar alıp başını gidecek. Bir yandan niteliği artan, daha modern, daha klasik ve daha zorlayıcı romanları talep eden, zihnini geliştirmek isteyen, ruhunu beslemeyi arzulayan has Türkiyeli okura popülerlikten yani paradan ve pazar payından başka derdi olmayan metinleri vereceksiniz. Beri yandan da okuru her fırsatta ‘Ama bunu talep ediyor’ diye aşağılayacaksınız.
Bir ağaç gibi
Sahi, Türkiye’deki yayınevleri çok meşgul oldukları için kadroya almayıp, sigortasını bile yatırmadıkları fakat dosya başına 5 ile 20 TL ücret verdikleri okutmanlara geleceğin yazarlarının kaderini ilk 5 sayfası okunarak oluşturulmuş raporlarla yazdırırken… Bu düzen içinde son 10 yılda Türkiye’den çıkıp dünya edebiyatına bugün Kuzey İrlandalıların yaptığı gibi ‘Biz de varız’ dedirtecek bir yazar çıkaramayanlar, sizce neyin peşindeler? Okurun niteliği gün be gün artarken, ‘Okur bunu anlamaz’ diyerek yeni ve modern olan, klasiklerle metinler arasılık yapan hiçbir kaliteli yeni romanın ve yazarın yayınlanmasına müsaade etmeyen, gerekçe olarak da artan ithal kitap kağıdı parasını, baskı maliyetlerini gösteren yayınevleri, ideolojik gözlüklerini çıkartmak şöyle dursun, okura da takıp onu tek tipleştirmenin peşinde neden böylesine inançla koşuyor? Çünkü yeni ve yetenekli yazarları keşfetmek, onların nitelikli metinler yazmasına izin vermek yayınevlerinin tutturduğu popüler yazarların yanında yeni alanlar açılması, yeni ve sonucu bilinmeyen uğraşa girilmesi demek ki, bunun için para, zaman ve istek harcamaya niyetleri yok. Nasılsa bir çark dönüyor; isteyen butik yayıncılar kırk yılda bir yeni ve nitelikli yazarları da yayınlayarak eko sisteme sokuyor. Ama onların tanıtım gücü, baskı adedi ve dağıtım imkanları büyükler kadar olmadığından ötürü, bu ormanda devrilen ağaç misali kimse görmeyince o yazar da kaybolup gidiyor.
Pedro’nun düşleri
Sahi, bir Türk yeni yazar ne vakit Japonya edebiyat dünyasında tıpkı Murakami’nin Türkiye’de 10 yılda başardığı gibi bir tanınırlık ve okunurluk başarısını ne zaman gösterir sizce bu düzen içinde? Hiçbir zaman mı? Ben o kadar enseyi karartmak taraftarı değilim. Eninde sonunda yayınevleri de okurun niteliğinin farkına varıp, kendi para kazanma yarışını tabi ki ayakta kalmak için para kazanmayı unutmadan bir kenara bırakacak ve Türkiye edebiyatına yeniden değer katmaya başlayacak. Çünkü buna mecbur kalacaklar. Yakın bir zamanda artık özet gibi yazılmış, hiçbir suya sabuna dokunmayan, alt metni olmayan ya da sadece dil oyunlarıyla kurulu metinler satmayacak. Okurun algısı da ilgisi de bu tür romanlarla dolup taştı, tıpkı o romanların yazarlarının kasalarının okurun parasıyla dolup taşması gibi. Yakında yayınevleri bir furya ile yeni romanları, hikaye kitaplarını basacak. Ve bugüne kadar uyguladıkları gibi artık tek ölçütünü de popülerlik olarak belirlemeyecekler. İşte o zaman nitelikli yazarlara; daha doğrusu bu para üzerine kurulmuş pis kitap yayıncılığı sisteminin çarklarında kendini ezdirip, bu işten yüz geri etmemiş, aksine kendini geliştirmiş ve yayınlanmaya aç yeni yazarlara ihtiyaç olacak. Yani bu savaşta dayanan ayakta kalacak. Sonra ne mi olacak? O dalga içinde bir büyük romancı çıkıp, bu roman patlaması sürecinde neler olup bittiğini anlatacak. Ardından gelen okur kuşakları da, bir vakitler Türkiye’de okura ne suyunun suyu romanlar okutulduğunu görerek, gülüp geçecekler. Çünkü okur kendi niteliğini bulmuşken, bu yoldan dönüş olmaz artık. Ya olursa? Ve hiçbiri gerçekleşmezse, o zaman sizi Kürk Mantolu Madonna da kurtaramaz, Latin Amerika’dan yeni roman ithal edip durur ve Pedro’nun kurduğu düşleri okursunuz.
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (31 Ocak 2020)