Sıklıkla şu soruyla karşılaştığım olur: Hiç mi okuyamadığınız yazar yoktur?
İçimdeki gülümseyişi ve düşünceyi dışa vurmadan, şöyle sakince yanıtlarım soruyu yönelteni:
Bunu okumaya sevdiğim yazarlardan öğrendiğim için çok da yanlarına yaklaşmam. Ateşe ya da kuyuya sizi yakınlaştıran neden/ler olmalı.
Gerçekten de böyle düşünürüm, okuyamadığımız yazarların sayısının okunabileceklerden çok olduğunu söyleyebilirim.
Nitelikli olan her zaman az’dır.
Bağbozumu mevsiminde her yerin çavuş üzümleriyle dolup taştığını kim söyleyebilir?!
Bir yazarı keşfetmek
Sandor Marai’yi bana keşfettiren Güney Dal’dı. Uzun söyleşilerimiz sırasında günlüklerinden, yaşamından ve romancılığından söz etmişti.
Paris’te Heidegger okumalarım sırasında karşıma çıkmıştı Ernst Jünger.
İçte duran bir bakışın sezgili yolculuğuna taşıyordu sizi, Alaaddin’in Problemi’nde. Ben’in sanrısı, çağının sanrısıydı aslında. Anlatıcı onca şey yaşamış, tanıklık etmişti ki, bunların her birini ifade edebilmek için yeni anlatıcı sesler buluyordu kendine.
Gene de “Paris Zamanı”nda karşıma çıkan okumalardan birini çekip alıyordum önüme.
Kendime, düşüncedeki dili kurma bahanesi yaratarak Nietzsche’yi okuyordum. Çünkü yazdığım roman/anlatı kahramanımın bilincinde geziniyordum.
Onu, kendimle, Monet Müzesi’ndeki Pissarro sergisine de taşımıştım. Etkilense de, hep eleştirdiği izlenimcilerle baş başa bırakmıştım onu. Bense, ötedeki parkta, La Fontaine heykeline tırmanan çocukları seyrettikten sonra, bir kafede oturmuş Nietzsche’nin şu satırlarını defterime geçiriyordum:
“Hayalperestlerin Arasına Karışmak.- Temkinli ve aklı başında insan, kendi yararına olacak bir biçimde, bir on yıl boyunca hayalperestlerin arasında yaşayabilir ve kendini bu sıcak bölgede mütevazı bir deliliğin ellerine bırakabilir. Böylelikle, hatırı sayılır bir yol katetmiş olacaktır sonunda, tininin kozmopolitliğine ulaşmak için; o tin artık hiç kibirlenmeden şöyle diyebilecektir: ‘tinsel olan hiçbir şey bana daha yabancı değil.’’
Paris, bunu size çok derinden hissettirir.
Sonra, tutup, “Paris Defterleri”nden bir diğerine; “Fransa’nın Seçimi” diyerek yazacağım gazete yazımın ilk notlarını düşüyorum. Zira Emmanuel Macron hem yaşantısı hem de zaferiyle günün ilgi odağında. Ama öncülüğünü yaptığı hareketin çıkışı daha çok ilgilendiriyordu beni. Bir de elbette ki lisedeki öğretmenine aşkının aşkınca hali!
Kentime dönünce, ilk göz atacağım kitaplardan birinin Avrupa İnsanı (Jorge Semprun/Dominique de Villepin) olacağını da bir yere kayıt düşüyordum.
Gene de, beni, Paris’e taşıyan düşünce yazmak/görmek/hissetmekle birlikte; içinden geçtiğimiz zamanın kirinden pasından bir süre uzaklaşarak ülkeme, dünyaya ve yanımda yöremdeki insanlara uzaktan bakabilmekti.
Birinci bölgede kaldığım evin sokağı (Rue Saint-Honoré) Moliére’in doğup büyüdüğü sokaktı. Her sabah sokağa adımımı attığımda, onun adımlamış olabileceği kaldırımları arşınlıyor, evinin alınlığındaki yazıyı okuyor; öte uçtaki gençlik dönemi evinin sokağına (Rue de Richelieu) yöneliyor, orada da cephedeki büstüne bakıyordum.
Zaman algını biriydim Paris’te.
Kendinden kaçan göz, uslanmaz bir okur, tutkuyla yazan ve sürekli defteri açık duran biriydim.
Kilometrelerce yürüyünce Paris gözümde küçülmüştü artık.
Cebimdeki iletişim aygıtı ise beni de artık küresel gezgin kılmıştı! Nereye varsam adımlarımı sayıyor, yerimi/yönümü gösteriyordu.
Artık hiçbir kentte kaybolma umudum yoktu!
Bir yeri, tıpkı bir insanı keşfedememek ne acı; ya kaybolmamak… Hem bir kentte, hem de keşfi bekleyen/yapamayan insanda…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (30 Mayıs 2017)