“Ruh gözde yoğunlaşmıştır; ruh, gözü görmek için bir araç olarak kullanmakla kalmaz sadece, kendisi de onda görülür” der Hegel.
“Bir başkasının gözlerini görmem sadece, onun bana baktığını da görürüm” der Scheler.
Göz, gözü görmeye görsün bir kere, unutmaz. Unuttum diyen hafızasını hayatında keyfiyen kullanandır. Doğrusu, hafıza, sahibinin sesine göre değil de sahibinin yaşadıklarına göre yerini yönünü bulur. Tecrübesi sabittir, unutma insanı özgürleştirir ki Nietzsche Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine’de bunun yaşamak için doğru bir yöntem olduğunu söyler. Robert Musil de Yaşarken Açılan Miras’ta aynı hattan devam eder: “Unutma, çok yaratıcı ve içerik açısından son derece zengin bir eylemdir; bu eylem sayesindedir ki bizler, sürekli olarak ve hep yeniden o önyargısız ve tutarlı kişiliğimizi, dünyada her şeyin gerekçesi saydığımız kişiliğimizi yaratırız”.
Yüzün en hareketli yeri olan gözün anlamı; sabitsizliğinden, kaçabilme özelliğinden ve seçiciliğinden dolayı ayrışır diğer organlardan. Canlıyı, canlı yapan belki de gözdür. Düşüncenin akıp da tek kaynadığı yer değil midir o gözler?
Robert Musil’in dört bölümden oluşan derleme yazılarının toplandığı Yaşarken Açılan Miras’ın ilk bölümü gözü olsun yeter ki hikâyesi bizden der sanki. “Bir At Güler Mi?” hikâyesindeki soru kulağa nasıl geliyor bilmem ya da “Farklı Bir Bakış Açısından Koyunlar”. Hoş bir çöl bitkisi olan ve çare olarak kalorifer peteğinin önüne konan kaktüsünde hikâyesi bizi, bizden edebilir. Kötülük, kötülüktür nihayetinde. Gözü olmayı versin.
Çevirisini şaşırmayacağınız üzere Ahmet Cemal’in yapmış olduğu Yaşarken Açılan Miras’ın kapağında Musil için “olağan dışı bir göz” denilmiş. Ayrıntılı anlatım çoğu okuru sıkar. Ama bir de sıkmayan ayrıntılar var. Olağan dışı gözün ürünü; sıkmayan ayrıntılar, methiyeli bakışlarla okumaya devam edilir, bir kenara atılamaz. Musil de bu gözün bu kalemi denilecek cinsten.
Şimdilerde herkesin yazdığına ve herkesin yazar olduğuna dair şikâyetler var. Oysa herkes yazabilir. Her şey yazılabilir. Şu hayatta en eşit imkân hangisidir deseler “Sözcükleri kurgulama mesleği” derim. Hatta ne güzeldir ki ses tonu gibi, parmak izi gibi sözcük kurgusu da farklı farklıdır her insanda. Konuşabilen olmadı düşünebilen her insan yazabilir. Levinas’ın dediği gibi “Düşünce dildir” ve yazmak için düşünmek yeterlidir. Düşünmenin niteliğine, ahlakına, doğruluğuna, yanlışına bakmadan. (Kim yazar olur, kim akılda kalır ayrı konudur.)
Metinde gördüğünüz insandır. Ve insan olmak yeterdir yazmak için. “Resimciler” denemesinden, Musil devam etsin: “Resim sanatının ayrıcalıklarından biri de, bir tekniğinin bulunmasıdır. Yazı yazmayı herkes becerebilir. Resim yapmayı da belki herkes becerebilir, ama bunun böyle olduğu pek bilinmemektedir. Çünkü bu durumu gizlemek için birtakım teknikler ve üsluplar bulunmuştur. Bir başkası gibi resim yapabilmek: Bunu herkes beceremez; bunun için çalışmış olmak gerekir”. Yani yeter ki birileri size şunun gibi yaz demesin. Gerisi sizin sözcüklerle ilişkiniz.
Bir başka denemesi “Kim Yetiştirdi Seni, Ey Güzel Orman…?”da Musil, insanın keyfinin bozuk olmasının ne anlama gelebileceğini irdeler. Hasta vücudun yaşam algısı hastalık öncesinden ayrılır. Debdebeli işler, gündelik koşuşturmalar kısacası dünya işleri arasında öyle böyle seçilebilen yalın hayat gün yüzüne çıkar. Daha önce de oradadır ya sağlıklı vücut göremez. Yalın, sade, takıntılardan, sıkıntılardan, heveslerden, hırslardan kopmuştur hastalıklı vücut. Derdi başından aşkındır, sağlık der başka bir şey istemez. Sancılı, ağrılı bir insanı dünyevi ne gibi bir şey tahrik edebilir? Sanırım hiçbir şey. Hastanın iyileşme sürecine girdiğini Musil şöyle anlatır: “Doktor ona şöyle dedi: “İstediğiniz kadar eleştirin; insanın keyfinin bozuk olması, bir iyileşme belirtisidir”.
Gelelim kitabın en sevdiğim bölümüne, Musil’in “Karaktersiz Bir İnsan” denemesine. Önce geçmişi yâd eder Musil: “Bizim gençliğimizde karakter, insanın sahip olmadığı halde uğruna dayak yediği bir şey demekti. Bunda sanki bir haksızlık var gibiydi. Arkadaşımın annesiyle babası, ondan karakter sahibi olmasını talep ettiklerinde ya da kırk yılda bir açıklama yapmak zahmetine girdiklerinde, karakter denen şeyin kavramsal açıdan kötü karnelerin, okul asmanın, köpeklerin kuyruklarına teneke kutular bağlamanın, ders sırasında gevezelik etmenin ve gizli oyunlar oynamanın, uydurma bahanelerin, kafa dağınıklığının, sapanla vurulan masum kuşların tam karşıtı olduğunu iddia ederlerdi”.
Arkadaşı büyür. Tiyatroya gitmeler, roman okumalardı derken ses tonu yapaylaşır, bir oyuncunun sesine tırmanmaya çalışan taklitte kalakalır. “Dünya edebiyatı, milyonlarca ruha soyluluğun, öfkenin, gururun, sevgi ve aşkın, kıskançlığın ve alçaklığın kılıklarının giydirildiği, dev bir malzeme deposudur.” Deposudur da sen, sen olmayı başaramamışken okudukların, izlediklerin omuz verip kaldıramaz seni düştüğün yerden. Musil’in çocukluk arkadaşı da “tek karakter olarak kendi karakterine sahip olmanın ne denli rahatlık sağlayacağının ayırtına vararak” bu karakteri aramaya koyulur.
Musil, yıllar sonra avukat olan arkadaşıyla karşılaştığında arkadaşı ona “Bir avukata benziyor muyum?” diye sorar. Gözlük takan, düzenli tıraş olan, alçak bir ses tonuyla konuşan arkadaşını dikkatlice inceleyen Musil bu soruya “Mesleğin karakterin” diye yanıt verir. Arkadaşı Hazreti İsa sakalı bırakmıştır bir dönem. Bir dönem de ressam sakalı. Sonra sonra bir denizci gibi giyinmeye başlamıştır. Belli bir mesleğin karakterine bürünmemeye karşı direnmiş olsa da sözüm ona “eksikliği” bellidir: “Bildiğin gibi, benim bana özgü bir karakterim bile yok… ” Ulusal kimlik, devletin vermiş olduğu kimlik, cinsiyetin verdiği rol, sınıfsal, coğrafi kimlik, kafatası biçimi (!), doğum anında yıldızların konumuydu derken “…bütün bunlar benim için çok fazla. Karakterlerimden hangisini haklı bulmam gerektiğini hiçbir zaman bilemiyorum” der.
Musil hikâyesini karakterin gelişmesinin, savaşma biçimiyle yakından ilgili olduğunu söyleyerek bitiriyor: “Bu nedenle karaktere bugün dünyada ancak yarı vahşilerde rastlanabilir. Çünkü bıçak ve mızrak kullanarak savaşan, yenik düşmemek için karakter sahibi olmak zorundadır”.
Burada bir terslik var diyebilirsiniz. Haklısınız da. Kariyer planlamalarından, mülke dayalı var olabilme kıstaslarından ve envai çeşit var olabilme seçeneklerinden, G. Debord’un gösteri toplumunda yer kapmak için deliye dönmüş insan evladının yarı vahşilerden ne farkı var? Richard Sennett cevap veriyor bu soruya: Bir karakter var ama aşınan karakter (Sennett’in Karakter Aşınması’na atfen). Aşınmış karakterler boy boy etrafımızda çoğalırken biz gene gelelim başımızdan bir türlü savamayacağımız konuya, sınıf savaşına ya da sınıfların nasıl bir arada yaşayacağına. Musil, Tanrı diyor. İyi ki Tanrı var, iyi ki cennet var.
“Belki de Tanrı, bizlerin, yani yoksul yaşamlarında nefeslerini körletenlerin, cennette zengin bir akrabamızın bulunmasıyla budalaca öğünmemiz gibi bir şeydi.”
Filiz Gazi – edebiyathaber.net (25 Ocak 2013)