Söyleşi: Aslı Kemal Gürbey
Olcay Kasımoğlu, Türk edebiyatının önemli yazarlarından biri. Çok da deneyimli bir yazar. Kültür Bakanlığı onur ödüllü. Türkiye Yazarlar Sendikası, Türkiye P.E.N Yazarlar Derneği, Edebiyatçılar Derneği Üyesi. Simurg Olmak Zamanı adlı romanı, 2018’de T.C. Kültür Bakanlığı tarafından onur ödülüne layık görüldü. 2015 Raşid Kara Şiir ödülleri yarışmasında “Kanatlarında Yıldız Taşıyan Kuşlar’’ isimli şiiri ödüle layık görüldü.
“Yüreğimde Sakladığım Son Sözüm”, “Asi ve Mavi”, “Dağlanan Küller” isimli şiir; “Henüz Vakit Varken” isimli öykü; “Buzla Bahar Arasında”, “Rüzgârların Masalıydım” isimli roman kitapları evvelce yayımlanmıştı.
Yazarın DÜŞLERİ ÇALINAN KADINLAR isimli yeni romanı nisan ayında Kalan Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Bu eser hem sürükleyici hem de düşündüren bir eser. Ayakta alkışlanacak bir yapıt.
Eserini beğenerek okuyacağınız Olcay Kasımoğlu ile güzel bir söyleşi yaptık. Buyurun söyleşimize.
Merhaba Olcay Hanım, son romanınız olan DÜŞLERİ ÇALINAN KADINLAR’ı beğenerek okudum. Olcay Kasımoğlu’nu tanımayanlar için kendinizi tanıtır mısınız?
Ardahan/Göle doğumluyum. Marmara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesini bitirdim. Kocaeli Üniversitesi Pedagoji Formasyonu Okudum. Erzurum Atatürk Üniversitesinde Öğrenci Koçluğu Eğitimi aldım. İlkyardım Eğitmenliği okudum. İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanlığı Okudum. Sivil toplum kuruluşlarında ve sosyal sorumluluk projelerinde görev aldım. Hala İstanbul Üniversitesi Sosyoloji okuyorum. Şiir, deneme ve öykülerim ”Yaşam ve Sanat, Nif Sanat, Soldan Esintiler Edebiyat, Göle İmece Zamanı, Üvercinka, Zağnos, Dergizan, Kurşun kalem, Papirüs, Berfin ” gibi dergilerde yayınlanmakta olup, internet sitelerinde deneme yazıları ve makaleleri paylaşılmaktadır. Şiirlerim birçok seçkide yer aldı. Düş Kültür ve Sanat Dergisinin Kurucularındanım. Kıtalararası Genç Şiir İstanbul Festivali Antolojisinde “Savaşın Çocukları” adlı şiiri yayımlandı. Benidorm İstanbul 2020 Türk şairleri seçkisinde yer alan şiirlerim İspanyolca ve İngilizceye çevrildi. 2021’de iki Şiirinin Farsçaya çevirisi yapılıp, İran Tebriz’de çıkan, “Honar ve Jamee (Sanat Ve toplum) dergisinde yayımlandı. 2021’de “İz Bırakan Kadınlar” Şiir Antolojisinde “Direngen Kadınlar” şiirimle yer aldım. 2022”de Perspektif Kültür Edebiyat Armağanları tarafından çalışmalarıma “Edebiyat- Emek” ödülü verildi. Eylül 2023 ‘de Unesco’ya bağlı Uluslararası Feminİstanbul Kadın Şiir festivali Antolojisi’nde “Mor Karanfil” isimli şiirimle yer aldım. 29 Ekim 2023’de Cumhuriyetin 100. Yılında “100 Kadın Yazar” kitabında bir öykümle yer aldım. Birçok sanatsal etkinlikle çalışmalarıma devam ediyorum. Aynı zamanda okullarda öğrencilerle edebiyat söyleşilerine katılıyorum. Sizin de yukarıda belirttiğiniz yazın edebiyatına kazandırdığım eserlerimle birlikte şunu kesinlikle söylemek isterim, insan kendini tanımadan hiçbir şeye tam anlamıyla mana katamıyor. Sahip olduklarının bile farkına varamıyor. Çünkü yaşadığımız hayata hangi anlamı yüklediğimiz çok önemli. Yaşamdan size ne yansıyorsa o siz davet ettiğiniz için oradadır.
Dağların dilini dağlara gönlünü çeviren bilir. Sabahın ilk ışıklarıyla tabiatın göğsünde dinlenmiş gün ışığını yüzüne süren bilir. Benim çocukluğum da doğanın bütün değişimlerine şahitlik ederek geçti. Bunları dilden, gönülden kalemin yarenliğinde anlatırken yaşama uzanan bu yolculuğu anlamakta hiç zorlanmıyorum.
Çok fazla okuyup ama okuduğunu hayatla ilişkilendirmeyenler bana çekici gelmiyor. Anlar önemli deyip anın ne olduğunu tanımlamaktan yoksun insanlarla sohbeti kısa tutuyorum. Yaptıkları iyi şeyleri, iyilikleri sürekli yineleyen insanlar bana itici geliyor. Sadece diplomaların, mevki ve statülerin adam olmayanları adam etmeye yetmediğini öğreneli hayli zaman oldu. Hayatı basit ama sade yaşıyorum, germiyorum kendimi. Daha esnek ve inisiyatif alarak olaylara ve insanlara yaklaşıyorum.
Kâinatı fazla telaşa vermeden, sözü örselemeden barışmalı, yüzleşmeli her-şeyiyle yaşamın. Ne de olsa dünya çok sesli bir orkestra ve her türlü enstrümanları var.
Yaşamın o kadar çok tanıklığını yaptım ki özellikle meslek yaşantımda!
Kucağımda ölenler, avucuma doğanlar, sağlığını kaybedip hastane koridorlarında bir kelimenin avuntusuna muhtaç nice gözlerle göz göze geldim. Hayatın bir soluk olduğunu bildiğimden olsa gerek insanların birbirlerine zulüm etmelerine dayanamıyorum
Kayıkçı kavgalarından uzak durup yaşamımızda her neyi deneyimliyorsak, onun ötesine geçmek ve yeni bir kapı açmak üzere deneyimlediğimizi bilmek ve bunu hatırlamak önemli… Ve sevgi illa ki yolunu bulur yaşamda yeter ki insanlar içten ve yürekli olsun…
Özgeçmişinize baktığımda tutkuyla yazan bir yazar olduğunuz anlaşılıyor. Olcay Kasımoğlu yazmayı nasıl tanımlıyor?
Yazmak benim için içsel bir yolculuk ve farkında olduğum yaşamın dışavurumu. Hayatla ve kendimle bir iç hesaplaşma aynı zamanda. Bu dünyayı algılama ve anlatma biçimim. Hem hayatı ve içindekileri daha iyi tanımama, sorgulamama anlam ve mana katmama olanak sağlıyor. İnsanı ve yaşamı tanımam için bana eşik olan, imkân sağlayan bir edebiyatın içinde olmaktan mutluluk duyuyor, kendimi sanatla ve onun biriciği yazın edebiyatıyla besliyorum.
İnsan yüreğiyle yaptığı her şeyin tadını alır… Edebiyatın kapılarına adım attığımdan beri yazın edebiyatının gücünü keşif ettim. Yazmak eylemi bir anlamda hayatla kendim arasında sağlam bir köprü görevi yapıyor, diye tanımlayabilirim. Baktığım her şeyin iç yüzünü daha derin görmeye başlıyorsun. Kelimelerin arka odalarda dolaşmayı öğrenmeye başladıkça yazmak her şeyden önce yaratıcı bir iş olmaya başlıyor.
Yazmanın insanı nasıl silkelediğini, yeni bakış açıları kazandırdığını ve kendiyle yüzleştirdiğini gördükçe bir kez daha yazmanın gücüne inandım. İnandıkça yüreğimin ıslığıyla kalemimi kâğıdın köküne saplayıp daha bir soluklu yazmaya devam ediyorum. Yazdıklarımızdan dolayı insanların hayatında değişim ve dönüşüm başlattığımıza inanmışsak daha bir tutkuyla yazmaya devam ediyoruz.
Kitabınızda birçok insanın hayat hikâyesine değiniyorsunuz ve bana göre hepsi birbirinden acı verici hikâyeler. Fakat beni en çok etkileyen Bahar’ın hikâyesi oldu. Sanırım uzun bir süre onu unutamayacağım. Peki siz yazarken en çok hangi karakterin hikâyesinden etkilendiniz ve bunun sizi neden etkilediğini açıklar mısınız?
Beni de en çok etkileyen Bahar’ın hayat hikâyesiydi. Bununla birlikte Duru’nun hikâyesi beni çok etkiledi. Duru kendi yolunu arıyordu. Çok gençti. Babası tarafından şiddete maruz kalmıştı. Yanında ondan vazgeçmeyen, kendi yaşadıklarını çocuğuna reva görmeyen bir annesi vardı. Seçimleri, tercihleri onu mutlu etmemişti. Göz göre göre çocuğuna biçilen kaderi kabul etmiyordu. Bunun kim olduğu hiç önemli değildi. Önemli olan gerçeğinin farkındaydı ve kızını hiç kimseye yem etmeyecekti. Geçmişiyle yüzleşmeye hazırdı. Bu neye mal olursa olsun her şeyi göze almıştı.
Kitabınızın arka kapak yazısını çok beğendim. Bir kitapevinde ya da TÜYAP’ta bir stantta sadece bu arka kapak yazısını görsem bile kitabı hemen alıp okumak isterim. Sanırım pek çok okuyucu da kitabı okuduğunda bana hak verecektir. Kitabın kapağı da oldukça dikkat çekici. Elbette içerik de öyle. Kitabınızın ana konusu; ataerkil düzenin yarattığı sorunlar, mutsuz ailelerde büyüyen çocuklarda oluşan travmalar, mutsuz evlilikler ve kadının toplumsal cinsiyet rolleriyle donatılmış hayattaki konumu olduğu anlaşılıyor. Bu konuları yazmanızın nedenleri nelerdir diye sorsam yanıtınız ne olurdu?
Hiç kimsenin ömrü bir anlatıya sığmaz. Bir kelime, bir cümle nelerin başlangıcı ya da nelerin sonu olabilir bunları yaşamadan hiç kimse bilemez. Bir ömrü şekillendirmede rol alan her olayı ve insanı katmak, yaşanmışlıkları anlatmaya kalkışmak çoğu zaman imkânsızdır.
Kanıksanmış çaresizliği, cehaleti kader kabul eden zihniyetlerle hiçbir zaman gönül bağım olmadı. Bir şey yanlış sebeplerle doğru olmaz.
Ülkemde olsun, dünyada olsun kadın olmak zordur aslın da kadının adı da yoktur. Ağır işçi, ırgat, kadın ne derseniz deyin tarlada, ahırda, evde, mutfakta, gece, gündüz hep o vardır.
Kız çocuklarının ne çocukluğundan haberi vardır ne de yaşamından. Gelenekler ve töreler yüzünden başlık parasına satılanlar, kırılan hayaller kimden hesap soracak?
Daha gençliğinin farkına varmadan, çocukluğunun hayalini kuramadan bir eve gelin olur. Ve anne olur çocuk yaşta. Çocuklar gibi ağlamak yasaktır artık ona. Ağlamayı ayıp sayan bir toplumun kadını olmak hiç kolay değildir. Acılarını gizli yaşarlar. Şairin dediği gibi; “Onların hüznü bir çeyizdir/Çileleri bir nergistir/ Gülerken bir dağ silsilesi taşırlar/Ve acıdan ibarettir kayıtlarımızda…”
Birçok yerde yaşamı töreler belirler ve evliliklerde yöresel güç çok etkilidir. Kadının sosyal statüsünü kocasının çevresi ve geliri belirler. Para gibi, ağalık gibi etkiler zaman zaman kadınların duygu dünyasını da darmadağın eder.
Ahlaki sınırlandırmalar ve kadına yönelik ayrımcılık birçok toplumda kendisini gösterse de özellikle başka bir hayatı seçme şansı olmadığı için, okuma yazma bilmediği için hayatı bir kadermiş gibi yaşar bu kadınlar. Kolay değildir bu yaşamı değiştirmek, bu zihniyeti değiştirmek, zorla kendine bir değer biçtirmek.
“Düşleri Çalınmış Kadınlar” romanının bütün katmanlarında yaşama ve insana duyduğum sorumlulukla, insana ve yaşama dair güncel bir irdeleme ile insan doğasının karmaşık yapısına, ezberlediğimiz davranış modellerine, baskıcı ve yıkıcı toplumsal olaylara karşı bir duruş geliştirmek, farkındalık oluşturmak için yazdım.
Aynı zamanda farklı bir kurgu ile yaşamın çocukluktan itibaren etkisi altında kaldığımız tarihsel, söylemsel ve bilinç dışından süreçlerin kadın kimliği üzerindeki yansımalarını, kadın olma halini tek bir imgeye sığmayan, sınırsız bir hayal gücünün alanı olarak tanımlarken; onlar için uygun görülen rol modelleri ve bu temsilleri var eden yasakları da yargılamadan anlamak ve sorgulamak için yazdım.
Özellikle çocuk gelinleri ve okumayan, okuyamayan kız çocuklarını toplumun vicdanında bir kez daha vicdanı retle baş başa bıraktım. Bu güncel sorgulamaların içerisinde bilinçaltı ve varoluşun tetiklediği dışa vurumların, düşünceyi tekelleştiren toplumsal, politik ve kültürel koşullar içerisinde kendimize nasıl bir yer edindiğini de gözler önüne sermek istedim.
İnsan önce kendinden başlamalı. Bir kuyumcu titizliğiyle kendini inşa etmeli. Başkalarının inşa ettiği kaleler er geç yıkılıyor. Ne zaman biz kendi hayatımızın gerçek sahipleri gibi davranmaya, yapmamız gerekenleri başkalarının inisiyatifine bırakmamaya karar verdiğimiz gün başkalarının yanlışının bedelini ödemeyeceğiz. Bir duruşumuz, söyleyecek sözümüz olmalı.
Yaşam ırmağımdan özgürlüğü, ruhsal zenginliği, sevinci ve bilincin erdemini süzüp iç dinginliği yaşamın doğal akışı ve gerçekliği kabul edip; içimizde nefreti barındırmadan dıştan gelen sorunları sevgiyle ve aşkla yazmak hayatımın büyük bir bölümünü kapsadı.
Deniz karakteri, kendini çok iyi tanıyan, neyi neden yaptığını bilen, kendini geliştirmiş genç bir kadın. Kitabı okurken bu özelliği ona imrenmemi sağladı. Acaba içinde yaşadığımız toplumda kadınlarımız Deniz gibi kendini yeterince tanıyabildikleri bir ömür yaşıyorlar mı?
Maalesef toplumumuzda kendi yaşamı hakkında söz sahibi olmayan, kendi ayakları üzerinde durmayan binlerce kadın var. Herkes Deniz kadar şanslı olmasa da anlamlı yaşamak için mücadele etmeye değer. Hanı hep derler ya, ‘sevilmek çocukluktan başlar’ diye! Deniz sevgi dolu bir aile ortamında büyümüş. Sevgi dolu bir çocukluğun ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışırken Deniz’in hayatı aynı zamanda emsal teşkil etsin istedim.
Kendini bulanı yolundan çevirmek zordur. Kendini bulmayan, kendi olmayan kendine ait bir yaşam oluşturamaz. İnsan kaynaklı sorunların temelinde insanın kendini bilmemesi ve bilgisizliği yatar. İnsanın kendini bilmesi aynı zamanda, varoluşun getirdiği insan gereksinimlerinin en temel belirleyicisidir. İnsanın kendini bilme ve tanıma yolculuğu aynı zamanda kişinin kendi iç sesiyle mücadeleye girmesi ve kendini bağımlı kılan birçok şeyden kurtulması demektir.
Kaldı ki kendimizi tanımak, ömür boyu süren bir maceradır. Yapmamız gereken bir içe dönüş egzersizidir. Bugün ve yarın ne istediğimizi kendimize sorduğumuzda, verdiğimiz cevaplar çok önemlidir. Bunun için de mücadele edilmeli. Kendi hikâyemizin kahramanı olmalıyız. Olmamız gereken değil, olmak istediğimiz şey olalım. İnsan nelere değer verdiğini ve neleri öncelikli bulduğunun ayrımına varınca her şeyi ona göre duymaya, görmeye ve hissetmeye başlar. Yeter ki yüreğinizin mevsimlerini kabullenelim. Yeter ki hüznümüzün kışlarını dinginlikle seyredelim. Yaşanan her şey iyi, kötü bizi inşa eder. Deniz kendi hayatının kahramanı olmayı seçti. Olmak istediği şey oldu.
Akıp gideni durup görmemizi sağlayacak olan bir dünya yaratmak ve bize hayatı yeniden iade etmek mümkün değilken, yaşamı pişmanlıklarla söndürmemek gerekir. Hepimizin kendine ait veya başkalarından alıp sakladığı sırları, sırlardan kurduğu surları ve yıkamadığı kaleleri var. Geçmişiyle yüzleşemeyenler, keşkeleri kendine zehir ederek yaşama tutunanlar üzerini örttükleri her şeyin altında kalırlar. Eksik olduğumuzu ararız hem de eksik bırakandan ya da ona benzeyenden dileniriz, bir ömür boyu. Oysa yaşamak seçim yapmaktır ve her durum bir seçimdir aslında.
Kitabınızda, yoğun olarak kadınların hikâyeleri anlatılsa da erkeklerin de hikâyelerine yer vermişsiniz, fakat bir noktada her şey aslında ataerkil bir aileye dayanıyor ve genel olarak tüm sorunlar erkeklerin düşünce tarzına bağlanıyor, ama bunların yanı sıra Tamer karakteri, diğer tüm karakterlerden farklı biri. Neredeyse kusursuz diyebileceğim bir düşünce yapısına sahip, anlayışlı, yardımsever, merhametli bir karakter. İçinde yaşadığımız toplumda Tamerler var mı?
Var tabii… Öyle güzel Tamerler var ki kanıksanmış erkek şiddetinin içinde kaybolup gidiyorlar. Özellikle Tamer karakterinde bu dünyada güzel insanların da var olduğunu her erkeğin öcü olmadığını özellikle vurgulamak istedim. Ana karakterleri seçerken erkeklerinde bir şekilde toplumun baskıcı gelenek göreneklerden ve onlara biçilen rollerden dolayı nasıl yorulduklarını da gözler önüne sermek istedim. Yolu birbirini anlamaktan geçenlerin iyi bir yol arkadaşı olabileceklerini Tamer üzerinden vermeye çalıştım. Kaldı ki burada erkek çocukları doğuran ve yetişmesinde büyük emeği olan annelerin de ne büyük bir sorumluluk taşıdıklarını, erkek çocukların yetişmesinde ne kadar önemli bir pay sahibi olduklarının altınız çizerken hikâyenin kahramanları üzerinden anlatmaya çalıştım. Evet neden binlerce Tamerler olmasın? Dünya üzerinde kadın-erkek demek, iki farklı hayat demek değil tam tersine, birbirlerinin yaşam kaynaklarını sulamak demektir. Erkeklere giydirilen toplumsal-sosyal etiketleri de söküp atalım. Bunu yaparken birbirimize düşman değil, birbirimiz için hava ve su kadar gerekli olduğumuzu yine sevgi, bilgi ve görgüyle birbirimize hissettirelim.
Kendi hayatının sözcüsü olmayanlarla derinliğinizi yaşayamazsınız… Zordur insanlarla esaslı gönül bağı kurmak. İnsan zaafları olan bir varlık sonuçta. Törpülenmek için kendini yetiştirmesi gerekiyor. Bu da zaman, bilgi, emek ve sabır istiyor. Tamer karakteri bilgi, emek ve sabırla harmanlamış iyi bir rol modeldi aynı zamanda…
Başkası ne der bilemem ama bana göre “DÜŞLERİ ÇALINAN KADINLAR” Olcay Kasımoğlu’nun Türk edebiyatına getirdiği güzel bir lezzet. Olcay Kasımoğlu’nun bu lezzeti çok uzun bir yoldan getirdiğine hiç kuşkum yok. Neler söyleyeceğinizi merak ediyorum.
Herkesin yaşamı kendisine aittir. Benim yapabileceğim şey de öğrenmiş olduklarımı bir şekilde paylaşabilmekti. Romana başlamadan önce neden bu romanı yazmalıyım? diye kendime çok sordum. Verdiğim cevaplar beni kendime ve yaşadığım dünyaya karşı sorumlu hissettiriyordu. Evet, hayatım boyunca hep insanlara yardımcı olmak için çabaladım. Almadan vermek hayatımın çok büyük bir bölümünü kapsadı. Gerek seçtiğim mesleğin yüklediği paha biçilmez insan yaşamını koruma ve yaşatma misyonu, gerekse toplumsal olaylara karşı ilgisiz olmamam; haksızlığa, hukuksuzluğa karşı tutum almam, şiddetin her türlüsüne karşı bir duruş sergilemem eserlerimin yazılmasında çok büyük etken oldu.
Hiçbir şey ama hiçbir şey emek olmadan olmaz, kendi içinde anlam ifade etmez. Emek ve sabır isteyen bu uzun yolda o kadar çok insana dokunmuş, hayatlarının şahitliğini yapmıştım ki gördüklerimi, hissettiklerimi ve bende bıraktıklarını yazmasam içimde benimle ölüp gideceklerdi. Hiç değilse birileri, birilerinin hayatına dokunsun, “Evet ya, bu işte; ben de aynısını yaşadım” desin ve farklı bir bakış açısıyla yaşadıklarını yeniden gözden geçirsin. Bir farkındalık oluştursun istedim. Sonuçta, erk düzeni iyileştirmek istiyorsak kendimize, yaşamımıza, yaşamımızda var olan her şeye sahip çıkmalıyız. Hayatlarımızın sözcüsü başkaları olmasın. İnsanca yaşamak bir haktır, bunun cinsiyeti olamaz. “Düşleri Çalınan Kadınlar” romanı sadece kadınlara özgü değil, erkekleri sömüren, meta olarak gören kadınlar içinde geçerlidir. Büyük tabloyu görüp, küçük ayrıntılarda kaybolmayı, oyalanmayı, kalıpları bırakmalı insanlar. Kurban rolünden çıkıp; yaşamınızın, seçimlerimizin farkına varmalıyız. Kendimizi başkalarından dinlemeyi, cezalandırmayı, acı çekmeyi bırakalım, yaşamın sorumluluğunu üzerimize alalım. Hiç kimseye altın tepsinin içinde anlamlı bir yaşam verilmez. Yaşamak, anlamlı bir çaba ve anlamak için de özveri ve emek ister. Kendime bu yolda çok emek verdim vermeye de devam ediyorum.
Farz edin ki bir imza günündesiniz. Genç bir okurunuz ayağa kalkıp size “Türkiye’nin 2. Yüzyılında edebiyatımızın geleceğini nasıl görüyorsunuz” diye bir soru sorsa yanıtınız ne olurdu.
Toplum olarak Türkiye’nin 2. Yüzyılında edebiyatımızın geleceğini çok iyi gömememekle birlikte, okuma kültürü edinmiş birey yetiştirmede oldukça yetersiz kaldık. Okuduğunu sorgulamayan, anlam katmayan bir nesille karşı karşıyayız.
Bunun birçok nedenleri olmakla birlikte özellikle eğitsel, toplumsal ve kültürel faktörlerin sebep olduğu okumayan Türkiye gerçeğinde eğitim sistemimiz yetersiz. Edebiyatın önemi konusunda çocuklarımıza yeterince rol model olmuyoruz. Tabii ki burada bilişim teknolojilerinin yaygınlaşması ile kitap okumanın bir ihtiyaç olarak görülmediği bir dönemden de geçiyoruz. Dünyada sınırlar kalktı. Değişen kültürlerle birlikte kitap okuma ve kitaplara bakış açısı da değişiyor.
Zamanlarını kitap okumaya değil medyaya ayırmayı tercih eden çocuklar kitap okumanın önemi hakkında yeterli bilgiye sahibi değiller. Bir ülkenin eğitim düzeyini, kültürel hayatını ve kitaba bakışını şüphesiz belirleyen unsurlar arasında edebiyatın yer aldığını söyleyebilirim. Bilinen en tanıdık tanımıyla, kültürümüzü geliştirmek, olaylara farklı açılardan bakabilmek için aydın bir kimsenin iyi bir okuma alışkanlığına ve okuma sevgisine sahip olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bilgilenmek, bilgi sahibi olmak için şüphesiz temeli sağlam bir düşünce gereklidir. Bunun içinde, niçin okumamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Seçici, tarafsız, bilim yolunda ufkumuzu aşan, bizi daha iyiye ve doğruya götüren yazın dünyasına uzanmak için sadece okumak yetmiyor.
Niçin okuduğumuzun farkında olmak ve okuduğumuzu anlamak, bize sunulan bakış açılarını iyi sorgulamak gerekiyor. Arthur Schopenhauer, ”Okunan şeyler ancak derin bir düşünmeyle hazmedilebilir, nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse. Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü itibariyle kaybolur.” Sağlıklı sorgulamak, okuduklarımızı anlamak ve yorumlamak için düşüncenin insan varoluşunun en önemli boyutlarından birisi olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Bu gerçekliğin farkında olan toplumlar edebiyatın her koluyla canlı bağ kuruyorlar.
Genç yazarların sizin gibi tecrübeli bir yazardan öğrenecekleri olduğunu düşünüyorum. Olcay Kasımoğlu’nun genç yazarlara önerileri neler olur?
Edebiyat nasıl bir yoldur diye sorsunlar kendilerine! Edebiyatın geleceğini, gelişimini yeni yazarlar belirler. Yeter ki edebiyat değerinden, yaşamdan, yaşamın tanıklığından uzak kalınmış olunmasın. Yaşamı, yaşadıklarını yazmalarını; insan, doğa, toplum ilişkileri içinde sorgulayarak geleceğe dönük olarak kalemlerini yere sağlam vursunlar. Kendilerini bilgiyle, görgüyle, şefkatle ve iyilikle beslesinler.
Şiiri- şairi, resmi-ressamı, romanı- yazarı kendi yaşadığı coğrafyayı, sanatı, daha iyi tanıdıkça, okudukça, gözlem yaptıkça daha sağlıklı düşünmeyi, sorgulamayı ve düşünceyi öğrenecekler. Öğrendikçe eserlerine muhakkak iz düşürecekler.
Rüzgârı, çam ağaçları, yaylaları, kır çiçekleri, tarihi varlığı, kültürü edebiyattın yetkin diliyle gelecek kuşaklara iz düşümler bırakacaklar.
Shakespeare, “Kitaplar benim en büyük krallığımdır.” Diyor. Sizin de krallığınız kitaplarınız olsun. İyi bir okur olmak iyi bir yazar olmanın da yollarını döşüyor. Kitaplarda duygudaşlık ve zihinsel sohbetler düş dünyamızı besledikçe her kitabın arasından çıkıp gelmiş kahramanların hayatlarını okudukça hayata bakış açımız genişliyor. Bu da eserlerimize yansıyor.
Olcay Kasımoğlu 5 kitap 5 yazar ismi önerseydi bunlar neler olurdu?
1. Ahmet Hamdi Tanpınar “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”
2. Charles Dicken “İki Şehrin Hikayesi”
3. Joseph Murphy “Bilinçaltının Gücü”
4.Fyodor Dostoyevski “Suç ve Ceza”
5. William Shakespeare “Romeo ve Juliet”
Yayınevi eseriniz daha baskıdayken isteyenler olduğunu söyledi. DÜŞLERİ ÇALINAN KADINLAR’ı okuyanların beğeneceğini düşünüyorum. Hatta fısıltı yoluyla birbirlerine tavsiye edeceğine kuşku duymadan inanıyorum. Okur talepkârdır, denir. Bu eseri okuyanların da sizden yeni eserler bekleyeceğini tahmin ediyorum. Okurlar sizden yeni eser beklesinler mi?
Kesinlikle beklesinler… Yazmak en büyük eylemdir. İnsan yazmanın gücünü keşif ettiğinde ondan vazgeçemez. Aralarında sıkı sıkıya bir bağ oluşuyor. Bu yazarın bir iç dökümü aynı zamanda. Kendine değer ve anlam katan her şeyi kucaklamalı ve kendinden bir şeyler katmalı. Döngünün bizden istediği de budur. Tek başına hiçbir şey kendini yenileyemez.
Sizinle söyleşi yapmaktan mutlu oldum. Kaleminiz daim olsun, kitabınız hayırlı olsun, okuru bol olsun.
Sevgiyle çoğalan, umudu yeşerten, emeğe saygı duyan, kendini bulan insanlara selam ve sevgimle… Bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
edebiyathaber.net (22 Nisan 2024)