Gözlerimde taşırım seni
Duramadın yazdın ona. Troyat’nın Ölçüsüz Dostluk romanından söz ettin.
Not alarak okumaya başlamıştın romanı. Her adımda karşına çıkan, sözcüklerin yarattığı görüntü diğer yandan da duygu dilinin anlatımını beziyordu.
Yolculuğa çıkan, sekiz günlük tatillerinde neleri/nasıl yaşayacaklarını merak ettiren Jean ile Madeleine’in öyküsü başlamıştı işte.
Paris’tesin.
Kendi zamanında.
Paris zamanı, sana, bir zamanlar çizgili bir hayatın olduğunu hatırlatıyor. Açıyorsun eskiz defterini. Gözleri düşüyor aklına, bunları çiziyorsun bir süre.
“Gözlerimde taşırım seni,” diyebileceğin ikinci kişi hayatında.
Annen ise hep bu fotoğrafıyla sende.
Aranızdaki soğukluk uzayalı beri onu yalnızca bu fotoğrafıyla anımsıyordun. O zamanıyla vardı annen senin için.
“Senin doğduğun günlerde çektirmiştim bu fotoğrafı,” demişti. “Sırtımdaki yeşil hırka babanın doğum günü hediyesi…”
Şimdi uzaksınız.
Nedenini bilmediğin bir kopuş…
Onu hep o haliyle düşlemeyi seviyorsun. Yaşlılığı yakıştıramadığın biri annen.
“Belleğim diyebileceğim kim kaldı hayatta,” bunu soruyorsun zaman zaman kendine. Sonrası burukluk…
Oysa zaman, her gün, yeni bellek oluşturma yolculuklarına çıkarıyor seni.
Dostunun evine her adım atışında bunu derinden hissediyordun. Evinin kokusu, mutfağının dünyanın bütün lezzetlerine kapı aralaması. Duvarlarına taşınan/yansıyan bellek izleri, aynalarda hatırlanan zaman, kitaplığının bilinç ışıltıları taşıyan düzeni…
İşte her biri aranızdaki yeni bellek yolculuğunun yansılarını içeriyordu.
Tutup önüne koyduğu romanı alıp taşımıştın Paris zamanına.
Duygulu bir ân, sezgili yolculuklardan doğar. Bir şeyleri eğer ıskalamadan yaşarsanız, sizi gelip yakalayan zamanın değerini/ anlamını gönlünüzün derinliklerine taşırsınız. Ötesi yavanlıktır, kibirdir.
Kıymetini bil…
Adını sormayı unuttuğun adamla karşılaşmanızın öyküsünü anlatmıştın o gün yemek masasında:
Alaçatı’daydım. Sabah, evin önünde aracımı çalıştırıp yola çıkmak üzereydim. Yanıbaşımda sakallı, eski ama düzgün giyimli bir adam belirdi. Kırklı yaşlarında vardı. Önündeki çek çek arabasına asılı beyaz çuvaldan iki portakal çıkarmış bana uzatarak; “Buyrun, bahçeden topladım…” diyerek konuşmaya başlamıştı.
“Ta ötelerdeki Ovacık köyünden… Yaşlı bir kadının bahçedeki işlerine yardım ettim. Portakallarını da topladıktan sonra, bana da bir çuval dolusu verdi…” o ara gene torbasına eğilip iki eliyle, bu kez sayısızca portakal çıkardı:
“Bunları da alın, taptaze…”
“Ama çok bunlar, yeterli…”
“Olsun, çok lezzetli…”
Mahcup biçimde aldım. Aracımın kapısı açıktı, yan koltuğa koydum. Yüzümü dönünce ona, bu kez, elinde kuru bir dalda kırmızı kırmızı asılı küçücük biberleri göstererek:
“Bakın bunları da size veriyorum, acıdır, yemeklerinize lezzet katar. Toprak gibisi yok, kıymetini bilmeliyiz her şeyin,” demesiyle, baştaki ilgisizliğimden utanırcasına, oturduğum koltuktan kalktım… O ân:
“Bunlar da o bahçeden,” derken, elindeki kâğıt parayı göstererek:
“O yaşlı kadın verdi. Almak istemedim. Ona yardım ettim, çünkü buna ihtiyacı vardı. Bana da bir dolu portakal verdi. Israr edince de aldım. İyi oldu, akşama pirinç ve yağ alabileceğim. Bir de ateşim olsa…”
Bir meczup değildi. Dilenci, hiç! Gene de cüzdanıma gitmişti elim o ân. Çıkardığım parayı uzatırken:
“Hadi, ateşiniz de benden olsun, “demiştim.
Bir sihirbaz gibiydi adeta!
Ben bunu söylerken, elinde hasırdan bir yazlık fötr vardı.
“Bunu da size armağan olarak vermek istiyorum, kardeşinizi hatırlarsınız,” diyerek aracın açık kapısından uzanarak bir hamlede, benim yanıtımı beklemeden, torpidonun üzerine bırakmıştı.
Bu kez daha çok utanmıştım.
Bu kırçıl sakallı, düşkün halli adamı gözlerimle kucaklayabilmiştim ancak. Yarı buruk, yarı neşeli bir halde yola düşmüştüm. Torpidonun üzerindeki hasır şapkayı yan koltuğa alarak, sanki onu yol arkadaşı etmiştim kendime.
Zaman kuşatmasında
Öyle ânlar gelir ki; zaman bizi kuşatır.
Göz göz olan kederden çıkıp gidebilecek bir bakışa tutunmak isteriz.
İşte hayat, bunu da, hiç beklemediğiniz bir ânda çıkarır karşınıza.
O cümlesi hep aklındaydı:
“Kıymetini bilmeliyiz her şeyin!”
Dünyanın öte ucundaki John Berger de, Gareth Evans da bilebilir miydi, Ege’nin bir köyünden çıkıp gelmiş derviş vari bir adam, onun okuru/yazarı olan birinin karşısına çıkacak bir sabah; onun kitabına ad olarak taşıdığı cümleyi edecek… Evans’ın Berger’a ithaf ettiği bu şiiri o adsız sansız adama okumak isterdin doğrusu:
“Kuşların yazdığı harfler sabahın bir ucundan ötekine
baltanın milyon tane eli, toprağın yumuşak eli
zamanın bir adım önünde
kabilelerin kırık dişleri, uzun yurtları
hem saçılmış bozkıra, hem yan yana
kilin küçük, artakalmış kulpu, neredeyse hayaleti bir testinin
kendini taşır bize topraktan
uzanan kolların vaadi, hepimizin ortak yolu olan o tek sayfa
haritası bir avucun
tortop olmuş
ama bir meşale gibi elden ele
kıymetini bil herşeyin” (GarethEvans, Çev.: Beril Eyüboğlu, Metis Yay.)
Dönüyorsun Paris zamanına. Ölçüsüz Dostluk’a kaldığın yerden devam ediyorsun. Bu hem sana yeni bir okuma yolu oluyor, hem de kendine doğru uzun bir yolculuğa çıkıyorsun. Bunu da roman okuma defterini açıp orada notlar alarak sürdürüyorsun…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (14 Mart 2017)