“Ölümle yüz yüzeyim şimdi,
ama yaşamla işim bitmedi…”
Oliver Wolf Sacks, 9 Temmuz 1933 yılında doktorlar ve bilim insanlarının çoğunlukta olduğu bir ailenin üyesi olarak Londra’da dünyaya geldi. 30 Ağustos 2015 tarihinde Manhattan’da öldü. Annesi cerrah, babası aile hekimiydi. Tıp öğrenimini Oxford Üniversitesi’nde tamamladı. San Francisco Mt. Zion hastanesinde ve UCLA da ihtisas yaptı. 1965 yılından itibaren nöroloji alanındaki çalışmalarını New York’ta sürdürdü. 2007 de Colombia Üniversitesi Tıp Merkezine Nöroloji ve Psikoloji Profesörü olarak atandı. Son yıllarında NYU Epilepsi Merkezi çalışmalarına katkıda bulundu; Warwick Üniversitesinde ders verdi. 1966 yılında Bronx’taki Beth Abraham Hastanesinde nöroloji danışmanı olarak görev yaptı. Aynı hastanede deneysel bir ilaçla tedavi ederek hayata döndürdüğü hastalarını anlattığı “Uyanışlar” isimli kitabı Oscar adayı bir filme uyarlandı; Harold Pinter tarafından, “A Kind Of Alaska” adlı bir oyuna dönüştürüldü. Tourette Sendromundan Otizme farklı nörolojik vaka tarihçelerini anlattığı “Karısını Şapka Sanan Adam” ve “Marsta Bir Antropolog” isimli kitaplarıyla uluslararası üne kavuşan Sacks, “Sesleri Görmek” isimli kitabında sağır insanların dünyasını ve işaret dilini, “Renkkörleri Adasında” ise, üyeleri renkkörü olan bir topluluğu anlattı. Doktorluk deneyimini “Migren” de, hastalık deneyimini “Dayanacak Bir Bacak”ta paylaştı okurlarıyla. Yazarın otobiyografisi “Tungsten Dayı, kimyasal bir çocukluğun anıları” bir başka eseridir. Diğer kitapları: “Oaxaca Günlüğü”, “Aklın Gözü”, “Müzikofoloji”, “Halüsinasyonlar”, “Hareket Halinde” ve “Bir Hayat”tır.
Oliver Sacks, yaşlılık hastalık ve ölümle yüzleştiği dönemde son kitabı “Benim Periyodik Tablom”u bitirdi. Kitapta, “Cıva”, “Benim Hayatım”, “Benim Periyodik Tablom”, ve “Şabat Günü” isimli yazılarda, ardında bıraktığı hayata şükranla, yaklaşmakta olan ölüme ise şaşırtıcı bir sakinlikle bakan bilge bir Sacks var.
Bir oturuşta kaleme aldığı “Cıva” isimli ilk yazısında, yaşlılık çağıyla birlikte gelen bedensel ve zihinsel zayıflıkları ve dönemin zevklerini paylaşıyor. Dr. Sacks tanısı 2005 de konmuş, gözündeki nadir rastlanan melanomun karaciğerine yayıldığını, altı ay ömrünün kaldığını öğrendikten sonra, günlerle anılabilecek kısa sürede “Benim Hayatım” adlı yazısını tamamladı. Yazıda dopdolu yaşadığı hayatın, benliğini saran kıvancını paylaşıyordu. Yazının tam kıvamını bulduğundan emin değildi. Bir ay sonra, fazladan birkaç ay daha yaşamasını sağlayacak ameliyata razı oldu. Ameliyata girerken yazısının The New York Times’a gönderilmesini istedi. Yazı ertesi gün yayımlandı ve müthiş ilgi gördü.
Cıva isimli anlatısı, “Dün gece rüyamda cıva gördüm,” cümlesiyle başlıyor. “Cıvanın element numarası 80, seksen yaşıma basacağımı hatırlatıyor bana. Atom numaralarını öğrendiğim çocukluk çağımdan bu yana, elementler ve doğum günleri benim için hep iç içe geçti. On bir yaşımda, ben sodyumum (11. Element) diyebiliyordum; şimdi 79 yaşımdayken altınım ben. Bir arkadaşıma sekseninci doğum gününde kırılmaz bir şişe içinde cıva hediye etmiştim. Önce bana tuhaf bir bakış atmış, daha sonra büyüleyici bir mektup göndermişti. Mektubunda ‘Sağlığım için her sabah biraz içiyorum,’ diye espri yapıyordu. Seksen! İnanılır gibi değil. Çoğu zaman hayatın yeni başlamak üzere olduğunu hissediyorum. Ama bir an sonra ömrümün neredeyse bittiği kafama dank ediyor. Seksen yaşındaki bir insanın hayatında bunama veya felç tehlikesi ufukta görünür. Seksen yaşıma ramak kala –hiçbiri elden ayaktan düşürmeyen- bir sürü tıbbi ve cerrahi derdim varken, hayatta kalabildiğim için sevinç duyuyorum. Bazıları harikulade, bazılarıysa dehşet verici çok şey yaşayıp gördüğüm için şükran duyuyorum. Bir düzine kitap yazabildiğim için ve Nathaniel Hawthorne’un ‘Dünyayla ilişkiye girmek’ dediği şeyin farkına vardığım için minnettarım.
Hayatımı tamamlamaya çalışmam gerektiğini hissediyorum. Bir hayatı tamamlamak, ne demekse artık! Ölümden sonra bir varoluşa ne inancım var ne de ona yönelik bir isteğim var. Yalnız dostlarımın hatırında kalmaya ve kitaplarımın ölümümden sonra da insanlara bir şeyler söylemesini umuyorum. Sekseninci yaşımı iple çekiyorum.”
İkinci sıradaki yazı “Benim Hayatım”da hastalığını anlatıyor Sacks. Sevinç ve mutlulukları ile şükran duygusunu sıkça yineliyor. Tadımlık pasajları paylaşmak istiyorum. “İlk teşhisten sonra bana sağlıklı ve üretken dokuz yıl bahşedildiği için şükrediyorum. Ama artık ölümle yüz yüzeyim. Kanser karaciğerimin üçte birini ele geçirdi. Hastalığımdan dolayı pek acı çekmedim. Büyük bir çöküş yaşamama rağmen neşem hiç azalmadı. Her zamanki çalışma şevkine ve insanlarla birlikte olma sevincine yine sahibim. Geçen birkaç gün zarfında hayatımı, epeyce yüksek bir yerden seyrettiğim bir manzara gibi görebildim. Dünyayla olan hesaplarımı temize çekmeye çalışmalıyım. Bununla beraber biraz eğlence (hatta bir miktar aptallık) için de zaman kalacak.
Son on yılda çağdaşlarımın ölümlerine karşı daha duyarlı hale geldim. Benim neslim miadını dolduruyor. Korkmuyormuş gibi davranamam. Öte yandan içimdeki baskın duygu şükran duygusu. Sevdim ve sevildim, çok şey aldım ve aldıklarımın karşılığında bir şeyler verdim. Okudum, seyahat ettim, düşündüm, yazdım. (…) Her şeyden önemlisi, bu güzelim gezegende duyarlı bir varlık, düşünen bir hayvan olarak bulundum. Ve bu başlı başına müthiş bir ayrıcalık ve serüvendi.”
Kitaba ismini veren “Benim Periyodik Tablom” üçüncü sırada. Diğerleri gibi bu anlatı da acıtıyor; can yakıyor. Yine de her tümcede yaşamla barışık bir Sacks çıkıyor karşımıza. Ona kulak veriyoruz: “Çocukluğumda beni ilk büyüleyen fizik bilimleri olmuştu. Nobel ödüllü fizikçi Frank Wilczek’in heyecan verici bir makalesini okumuştum. Söz konusu makale, nötron ve protonların kütlelerini hesaplamanın yeni bir yöntemini ele alıyordu. Bunu hesaplama başarısı, atom fiziğinin ulaştığı kesinlik ve çok yönlülüğe, gelecekte nükleer fiziğin de ulaşacağını müjdeliyordu. O günleri göremeyeceğime üzülsem de, fizik bilimlerinin geleceği nokta, beni mutlu ediyordu.
Sevdiğim insanları kaybetme gerçeğiyle çocukluğumdan bu yana insan dışında bir şeylere yönelerek başa çıkmaya çalıştım. İkinci Dünya savaşı başlarında altı yaşında bir çocukken yatılı okuldaydım. O dönem sayılarla dost oldum. On yaşında Londra’ya dönünce de periyodik tablo ile yarenlik ettim. Hayatımda geçirdiğim sıkıntılı zamanlar beni fizik bilimlerine yöneltti; hayatın ve ölümün olmadığı bir dünyaya. Şimdi geldiğim noktada, ölüm soyut bir kavram olmaktan çıkıp varlığını hissettirirken, çocukken yaptığım gibi yeniden metaller ve minerallerle – sonsuzluğun minik sembolleriyle- ahbaplığı sürdürüyorum. Metastazlar karaciğerimin yarısını ele geçirmiş olduğu halde kendimi gayet iyi hissediyordum. O yılın haziran ayında tablo kötüleşmeye başladı. Yine de seksen ikinci doğum günümü kutladım. Fakat mide bulantım var; iştahsızlık yaşıyorum. İliklerime işleyen bir yorgunluk hissediyorum. Her gün yüzmeye devam ediyorsam da, nefes darlığı çektiğim için eskisinden yavaş yüzüyorum.
Bizmut 83. Element, 83. Doğum günümü göreceğimi sanmıyorum. Yine de “83”ün etrafta bulunmasında umut veren, cesaret aşılayan bir şey olduğunu seziyorum. Masamın diğer ucunda bir parça berilyum (4 numaralı element) var; bana çocukluğumu ve yakında son bulacak hayatımın ne kadar uzun süre önce başladığını hatırlatıyor.”
Kitaptaki son anlatı Şabat Günü. Bu yazı onun için çok önemliydi. Her sözcüğün üzerinden defalarca geçti. Şabat Günü 30 Ağustos 2015 de ölümünden iki hafta önce yayımlandı. “Annem ve babam Ortodoks Musevi terbiyesiyle yetişmişler. İkisi de Dördüncü Emire (Şabat gününü takdis etmek için onu hatırında tut) sıkı sıkı riayet ederlerdi. Şabat günü ne çalışmaya, ne araba sürmeye, ne de telefon kullanmaya izin vardı. Şabat gününün ilk akşam yemeği için masanın etrafında toplaşırdık. Babam şarap kadehini kaldırarak Kiduş duasını okurdu. Sonrasında birlikte şükran duasını okurduk.
İkinci Dünya Savaşı Yahudi cemaatini kırıp geçirdi. Savaş sonrası birçok aile –kuzenlerim de dahil- İsrail’e göç etti. Avustralya, Kanada ya da ABD’ye gitti. On sekizimdeyken bir gün, cinsel duygularımı merak eden babam erkeklerden hoşlandığımı itiraf etmeye zorladı beni. ‘Hiçbir şey yapmadım,’ dedim. ‘Sadece içimdeki bir his işte, sakın anneme söyleme, bunu kaldıramaz.’ Ama söyledi. Ertesi sabah annem, yüzünde dehşet dolu bir ifadeyle, ‘İğrençsin. Keşke hiç doğmasaydın,’ dedi. O an Tevrat’ta bulunan, ‘Erkek, başka bir erkekle ilişki kurarsa, ölümü hak etmişlerdir,’ bölümünün aklından geçtiğini düşündüm. Bu konu bir daha açılmadı. Annemin sarf ettiği sözler, dinin bağnazlığa ve acımasızlığa yol açma potansiyelinden nefret etmeme neden oldu. 1960’ta doktor olduktan sonra ABD’ye yelken açtım. Los Angeles’a yerleştim. Kendime yeni bir çevre edindim.
2014 yılı Aralık ayında ‘Hareket Halinde’ isimli anılarımı tamamlayıp yayıncıma gönderdim. Hayatımda ilk kez, cinsel kimliğimi dürüstçe ilan edebildiğim ve dünyayla yüzleştiğim için mutluyum. Şubat ayında aynı şekilde kanser hastalığım ve ölümle yüz yüze oluşum konusunda da dürüst davranmak zorunda olduğumu hissediyorum. Şimdi elden ayaktan düşmüş, nefesi tükenmiş bir haldeyken, yaşanmaya değer iyi bir hayattan kastedilen şeye yönelmiş olduğumu hissediyorum. İnsanın işini bitirdiğini hissettiği ve vicdanı rahat halde dinlenmeye çekileceği güne.”
“Kendi hayatımızı yaşamak ve kendi ölümümüzü ölmek hepimizin kaderi!” diyen Sacks, günlerinin bittiğinin farkında. Ama söyleyecekleri bitmemiş. Obez bir iştahla yazmaya devam ediyor; yaşam ve ölüm konusunda muhteşem bir ders veriyor. Bu anlamda, “Benim Periyodik Tablom” bir yaşam manifestosu diyebiliriz. İyi okumalar diliyorum.
Yusuf Uzunyol – edebiyathaber.net (20 Ağustos 2019)