Edebiyat içerisinde tek başına mektup metinlerine çok sık rastlayamıyoruz artık. Bunda elbette türlerin belirsizleşmesinin, iç içe geçmesinin de payı inkâr edilemez. Bu nedenle mektuplar son dönem daha çok bir metnin içerisinde karşımıza çıkıyorlar. Bir romanın veya hikâyenin parçası olarak metinlerde yer ediyorlar. Bunun dışında iletişim araçlarının farklılaşması, günümüzde insanların daha çok teknolojik imkânların yarattığı karşılaşmalara yönelmesi de mektuplara çok sık rastlamamızın sebeplerinden bir tanesi. İletişim için artık uzunca karşılıklı dertleşmelere pek ihtiyaç hissedilmiyor ve bana göre mektup yazmanın en önemli sebeplerinden olan mesafe kavramı neredeyse aşılmış durumda. Bu açıdan düşünüldüğünde günümüzde bireyin başkasına duyduğu iletişim ihtiyacı daha kolay karşılanabiliyor. Bu da mektubun hem bir edebiyat türü olarak hem de gündelik yaşamda bir “nostalji”ye dönüşmesinin önemli etkenlerinden.
Oysa mektup metinlerine bakıldığında dönemin kültürel ve sosyal yaşamını anlamak, politik ortamını tahayyül etmek, onu yazanın kişisel hezeyanlarına sıkıntılarına tanıklık ettirmek gibi bir misyonu olduğunu görürüz. Bu nedenle daha çok “nostalji” çağrışımı yapsa da bana kalırsa mektupların konumlandığı yer bellekle ilişkili bir yerde duruyor. Bir mektubun satırları arasında gezerken hem yazan kişinin kişisel belleğinde olup bitenleri hem de döneminin koşullarını gözlemleyebilme fırsatı yakalıyoruz. Konusu ne olursa olsun mektuplar, yazan kişinin “iç benini” yansıtan metinler olması sebebiyle, kişinin yaşadığı dönemin koşullarını ve ruhunu hissettiren bir yan barındırıyor.
Mektuplar üzerine düşünmemin bir sebebi var elbette. Geçtiğimiz günlerde Seval Şahin ve Tevfika İkiz tarafından yayına hazırlanan ve Bağlam Yayınları tarafından basılan “Aşk Mektupları” adlı kitap. Metinde, Türkçe edebiyat içerisinden tanıdığımız isimlerin aşk mektupları ile karşılaşma fırsatı bulurken aynı zamanda mektup türünün günümüz koşullarındaki yerini de sorgulama fırsatı yakalıyoruz. Kitaptaki metinler, aşkın mektup halini bize getirirken, her biri kendi içerisinde farklılaşan yazarların benliklerini ortaya koydukları metinler olarak karşımıza çıkıyor. Kavuşamamayı, tutkuyu, ayrılığın bıraktığı kederi, mesafelerin çıkmazını, uzaklık duygusunun burukluğunu, âşık olanın ruhsal sıkıntısını, karşılıksız kalan duygunun kişide oluşturduğu öfke hissini bazen sitemli bazen kederli bazen de ironik bir şekilde dile getirildiği metinlerle buluşuyoruz kitapta.
Bunun yanında “Aşk Mektupları”nda aşk duygusuyla, hayranlık duygusunun iç içe geçtiği, Selim İleri’nin Cahide Sonku’ya yazdığı mektup gibi örnekler de var.
Çağımız her ne kadar mesafelerin teknoloji sayesinde kısaldığı bir çağ görüntüsü çizse de aynı zamanda zorla göçlerin, sürgünlüklerin, diasporada yaşamak zorunda kalmaların çağı, kitapta bu durumu dile getiren metinler de var. Örneğin, Suzan Samancı mektubunda, memleketinden uzak yaşamak zorunda kalan bireyin, kaygılarını, sıkıntılarını, ortaya çıkan çaresizlik hissini, aşk ile yoğurarak ortaya koyuyor. Benzer bir şekilde Menekşe Toprak’ın metni, bir göçmenin araya giren yollar ile uzakta kalan sevgiliye dair hissiyatının, nasıl kırılgan olabileceğini hissettiriyor. Bu metinler bize mektup türünün önemini anımsatırken bahsettiğimiz gibi sürgünlüğün ön plana çıktığı ve temas duygusundan uzak iletişimin zorunlu olarak yaygınlaştığı, uzaklığın artık daha da belirginleştiği dünyada yaşadığımızı da hatırlatıyor.
“Aşk Mektupları” içinde yer alan mektupların hepsi kendi bağlamında başka metinler, aşk duygusunun bıraktığı etkiyi bir şekilde hissettirirken, bu duygunun getirdiği arzuyu da çağırıyorlar. Bunlar içerisinde İsmail Güzelsoy’un metni yaşadığımız dünyada, tüketim toplumunun ve kapitalizmin etkisiyle aşkın nesnelere doğru yöneldiğini, cep telefonları, arabalar veya herhangi başka bir ürüne duyulur hâle geldiğini anlatması bakımından epey ilginç. Yazar ironik bir dil ile kurduğu anlatısında, bize aşkların artık insanlara değil de nesnelere hissedilir hale geldiği bir çağda yaşadığımızı anımsatıyor. Bu nedenle mektup içimizde buruk bir tat bırakıyor.
Savaşın ve şiddetin karanlığını derinden hissettiğimiz bir dünyada yaşıyoruz, bu sebeple Ferat Emen’in metni ortaya koyduğu anlatıyla, mektubun muhatabını biraz genişletiyor. Okur üzerinde yoğun etki bırakabilecek bu metin, karanlık bir çağdan ve coğrafyadan okura seslenirken durup düşünüyoruz. Çünkü çok uzağında olmadığımız, her gün tanıklık ettiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz olanın kara bir anlatısını sunuyor.
Aşk pek çok açıdan çoğul bir duygu. Kederi, sevinci, şiddeti, öfkeyi, melankoliyi bir arada yaşatan tutkunun en zirvedeki hâli belki de. Ayrıca bu duygu tek tek bireylerin farklı hissettiği kişiye göre anlamı farklılaşan bir yerde duruyor. Bu nedenle “Aşk Mektupları” kitabındaki her metin, yazarlarının kendi tekilliğinde, her mektubun tek başına kendi içinde anlamını bulmasına sebep oluyor. Böylece bu metinleri bir kategorinin altında değerlendiremiyoruz çünkü aşk deyip geçemiyoruz. Edebiyatın, sinemanın, felsefenin kısacası sanatın ve tüm bilimsel edimlerin bir yerine sızmış bir duygudan ve bunun üzerine yazılmış metinlerden bahsederken bir genelleme de yapamayız. Bu kitaba da böyle yaklaşmak gerekiyor her metin ayrı ayrı üzerinde durmayı hak ediyor. Başka başka isimlerin aşk üzerinden yazdıkları, kendi benliklerini ortaya koydukları bir kitaptan bahsederken, o duyguların farklılaştığı ânı bir toptancılıkla değerlendiremiyoruz çünkü. Ama bu metnin bana düşündürdüğü mektupların bir şekilde hayatımızın ortasında olması gerektiği, konusu ne olursa olsun bu metinler belki de insanın en gerçek olabildikleri anları yansıtıyor. Sadece bireyin kendi hezeyanlarını değil aynı zamanda dönemin koşullarını, yaşantının kişinin üzerine sinen ruhunu, verili cinsiyet rollerinin yansımalarını, kimliğin getirdiği sınırlamaları da görebilmek için ve belki bir gün durup baktığımızda “olmasa mektubun” demenin anlamını hatırlayabilmek adına.
Kitapta ayrıca, Seval Şahin’in “Aşk Mektubu Yazmak” adlı giriş yazısı ile birlikte Ayça Gürdal’ın “Aşk Mektuplarından Psikanalizi Yazmaya” adlı Freud’un mektuplarının, onun öğretisinde bir yeri olup olmadığının tartışıldığı bir metin yer alıyor. Şahin’in de giriş yazısında belirttiği gibi: “Mektup birçok türü içine alan, sözün her şeklini çoğaltmaya uygun bir tür. Aşk da mektup da çoğalmayı birlikte taşıyorlar.” Sözü ve duyguları çoğaltmak belki de bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz. Son olarak, çoğalmaya vesile olan, mektuplarıyla bunu sağlayan isimlerden bahsedelim kitapta mektuplarına yer verilen isimler şöyle: Ayşegül Devecioğlu, Bahri Vardarlılar, Banu Özyürek, Buket Uzuner, Bülent Çallı, Cem Kalender, Ercan y Yılmaz, Ersan Üldes, Ethem Baran, Fatma Barbarosoğlu, Ferat Emen, Ferhat Özkan, Gamze Arslan, Gönül Kıvılcım, İsmail Güzelsoy, Jaklin Çelik, Kerem Işık, Menekşe Toprak, Mevsim Yenice, Nihan Kaya, Nisan İğdem, Niyazi Zorlu, Selim İleri, Sema Aslan, Sezer Ateş Ayvaz, Sinem Sal, Suzan Samancı, Yavuz Ekinci, Zeynep Rade, Zeynep Kaçar ve Zeynep Aliye.
Emek Erez – edebiyathaber.net (9 Temmuz 2018)