Ahmet Altan “Ölmek Kolaydır Sevmekten”[1] romanının adını, Fransız şair Aragon’un bir dizesinden esinlenerek vermiş. Bu dizenin geçtiği dörtlüğü de romanın başına koymuş. Bazı romanlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecini ve bu süreç içinde biçimlenen geçiş döneminin birçok gizemli ve ilgi çekici yönlerini belirgin bir yetkinlikle anlatan yazar bu romanında da 1912-13 yıllarının altı aylık bir kesiti yazınsallaştırmıştır. Bu zaman kesitinde başta Balkan Savaşları’ndaki ağır ve onur kırıcı yenilgi olmak üzere, İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirdiği Babı Ali Baskını ile erki ele geçirmesi ve bunu izleyen toplumsal-politik olayları öne çıkmaktadır. İttihat ve Terakki’nin söz konusu yenilgiyi ve ülkede egemen olan olumsuzlukları gerekçe göstererek, gerçekleştirdiği bu saray baskınıyla yönetim erkini ele geçirmesi, Türkiye’de askeri darbelerin “meşrulaştırılma” (!) geleneğinin tarihsel başlangıcını oluşturur.
Ahmet Altan “Ölmek Kolaydır Sevmekten” adlı romanında betimlediği zaman dilimini belirleyen tarihsel-politik ve kültürel özellikleri yazınsal bir yetkinlikle serimlemektedir. Yapıtın yazınsal niteliğini yükselten bu yetkin serimleme, yazarın kapsamlı bir ön bilgilenme ve olayları neden-sonuç ilişkisi içinde ele almasına da bağlanabilir. Yazar bunu yaparken, bir anlatı sanatı olan “edebiyatın özerkliğini” özenle korur. Bir başka deyişle, sanatın/edebiyatın başlı başına bir amaç, diyesi, öz-amaç olduğunu, bu nedenle de bir başka amaç için, diyesi, askeri darbe geleneğini açıklamak için araçsallaştırmaz.
“Ölmek Kolaydır Sevmekten” şu tümceyle başlar: “Bir insan, hayatı boyunca okumayacağı bir mektubu neden hayatı boyunca yanında taşır?” Bu soru tümcesi, romanın başat izleğini belirler. Ahmet Altan bu başat izleği, öncelikle onurlu ve cesaretli bir subay ve komutan olan Ragıp Bey figüründe öyküler. Yazarın anlatıya kattığı “mektup”, genellikle bir yazınsal yapıtın gizem, çekicilik ve gerilim özelliğini belirginleştiren bir yazınsallaştırma aracıdır. Birçok romancı bu aracı kullanır. Örneğin, Orhan Pamuk son romanı “Kafamda Bir Tuhaflık”ta bunu anlatıya katmıştır. “Ölmek Kolaydır Sevmekten”in başkahramanı Ragıp Bey de sevdiği kadının, Dilara Hanım’ın yazdığı mektubu hep koynunda taşır, ara sıra çıkarıp bakar; ancak hiçbir zaman açıp okumaz. Bununla birlikte, açıp okumadığı bu mektup, en önemli varlığıdır.
Ahmet Altan, Ragıp Bey figürünün çekiciliğini ve saygınlığını “eksiklik” sözcüğüyle de yükseltmeyi yeğler. Eksiklik, romandaki deyişle, “hep ölümün kıyısında yaşayan” bu roman kahramanı için, kişisel gururunu yenerek dışa-vurmadığı aşkıdır; beklentilerini gerçekleştirmeyen yaşamdır; asla içine sindirmediği askeri yenilgidir; ülkede olup bitenlerle kendisini tam olarak özdeşleştirememesidir. Ragıp Bey, “eksik bir yaşamı” sürdürmenin acısını sürekli duyumsar. Âşık olduğu kadın Dilara Hanım’ın yüzünde “hep bir eksiklik” görür. Bu güzel kadının kendisini arzuladığı gibi sevmediğini varsayar. Bu varsayım, onun bütün yaşamını, geleceğini karartır. Görüleceği üzere, sözü edilen “eksiklik”, Ragıp Bey’in kişisel noksanı ya da yetersizliği değildir; onun özgün, ödünsüz kişiliğinin, karşılaştığı her duruma uyum sağlamayı kendisine yakıştıramamasının bir kaçınılmaz bir sonucudur.
Öte yandan, “eksiklik” sözcüğü romanın birçok bölümünde anlatıyı renklendirir. Örneğin, roman figürü Şeyh Yusuf Efendi’nin Ragıp Bey’e söylediği şu sözler, başkahraman Ragıp Bey’in trajik yaşamını ve yazgısını değiştiremeyeceğini betimler gibidir: “İnsanlardan çok şey beklememeli”; çünkü “kul eksikli yaratılır” (s. 17). Bu anlatım uyarınca, insan eksikli yaratılmışsa, insana özgü her şey, insanın her eylemi, her duyumsaması, dolayısıyla aşk da eksikli olabilir. Söz konusu nedenle, Ragıp Bey’in yaptığı gibi, insanda yetkinlik ve tümlük aramak boş bir beklentidir. Dolayısıyla, her bakımdan yetkin ve eksiksiz aşk da yoktur. Bir kulu sevmek, hata ve noksanları baştan varsaymak demektir; çünkü roman figürü Şeyh Efendi’nin söyleyişiyle, “sevgi, eksikliğe rıza göstermektir”; eksikliğe rıza göstermeyen, “çok acı çekebilir” (s. 17- 18). Romanda aşkı betimleyen bu anlayış uyarınca, kadın kahraman Dilara Hanım, Ragıp Bey’i “çok sevmiştir”; ama “kendisi gibi” sevmiştir. Ragıp Bey ise, Dilara Hanım’ın kendisini “kendisi gibi sevmesini” istemiş; “herkesin kendince sevebileceğini” hiç anlamamış ve böylece “hem kendi yaşamını”, hem de Dilara Hanım’ın yaşamını mahvetmiştir (s. 22).
Bir roman kahramanı olmak veya roman içinde roman
Özünü tanımak için tutkulu bir tavır sergileyen ve içinde sürekli bir “keder” taşıyan Dilevser, romandaki anlatımla, “bir roman kahramanı olup, kendi hayatını, kendi duygularını bir başkasının kaleminden” okumak ister. Dilevser’in eşi Hikmet Bey’in ilk eşinden olan oğlu Paris’ten dönen Nizam, Dilevser’in “anneniz nasıl bir kadın?” sorusu üzerine, “Doğrusunu isterseniz, ben de annemi bir kitaptan okumak isterdim. Şimdi siz sorunca, annemi bir başkasına anlatacak kadar tanımadığımı fark ettim” der (s. 40).
Ahmet Altan romanın ilerleyen bölümlerinde “roman” kavramını yeniden anlatıya katar. Nizam, Eyfel Kulesi’nden Paris’e bakınca bütün kenti gördüğü gibi, bütün yaşamı, “olup biten her şeyi görmek, anlamak istiyorum” deyince, kız kardeşi Rukiye, öyleyse “roman oku. Senin görmek istediğin bütün hayatı gösteren tek yer orasıdır. Edebiyat hayatın Eyfel Kulesi’dir. Oraya çıktığında, bütün hayatı seyredersin”, her şeyi görürsün, der (s. 354- 355). Romana ilişkin bu anlatımlardan da görüleceği üzere, “olabiliri” anlatılaştıran edebiyat, sınırları aşar; insanın iç dünyasına, toplumsal-siyasal olgu ve oluşumlara ilişkin geniş bir üst bakış olanağı verir.
Romanda anlatıyı zenginleştiren göndermeler de vardır. Gençliğini “bir hayale heba ettiğini” ve özgürlük kavramının insanı bir “kalıba sokmak” veya “iki kalıptan birini seçmek” olmadığını düşünen Hikmet Bey, Voltaire’e gönderme yaparak şöyle konuşur: “Sizi bilmem azizim; ama ben Voltaire’in dediğini yapıp, bahçeyle uğraşıyorum” (s. 66). Ahmet Altan, romandaki söyleyişle, kendini “kendi hayalleriyle yaralanmış bir kuşağın” üyesi sayan Hikmet Bey figürüyle, hem Osmanlı yönetiminin, hem de İttihat ve Terakki’nin özgürlükleri kısıtladıklarını eleştirel yaklaşımla anlatılaştırır. Ahmet Altan’ın kurguladığı bu roman figürünün sözleriyle gönderme yaptığı Voltaire “Candide” adlı romanında kahramanlarını Anadolu’ya getirir ve burada derviş tavırlı yaşlı bir Türk ile söyleştirir. Romandaki anlatımla, yaşlı Türk, İstanbul’da olup bitenlerle ilgilenmez. Bahçesiyle uğraşı, bütün gücünü ürünlerini yetiştirmeye harcar.[2]
Yazınsal figürlerin entelektüel fizyonomisinin belirginliği
“Ölmek Kolaydır Sevmekten”, figürlerin fiziksel ve entelektüel fizyonomisinin belirginliği bakımından da başarılı bir romandır. Yazar, roman kahramanlarının hem dış görünümlerini, hem de bu dışsallığın içinde taşıdığı estetik-tinsel nitelikleri, Lukacs’ın deyişiyle, “uyanık bilinci” serimler [3]. Her bakımdan başarılı bir figür olarak tasarımlanan başkahramanlar Ragıp Bey ve Dilara Hanım’ın yanı sıra, Şeyh Efendi, onun kızı Rukiye ve Rukiye’nin erkek kardeşi Nizam figürleri de başarılı kurgulanımı, romanın estetik-yazınsal öz-yapısını yükseltmektedir.
Ahmet Altan, insan-tanrı, insan-inanç, özgürlük-bağımlık, çoğulculuk-tekilcilik gibi sorunsalları, özellikle Şeyh Yusuf Efendi figüründe açımlamayı yeğlemiş. Kanımca, Şeyh’e tinsel ve ahlaksal bakımdan taşınması oldukça zor bir görev yüklemiş. Şeyh, romanda çizilen yaşamsal çerçeve bakımdan kapalı ve toplumsal-politik gelişmelerden soyutlanmış bir alanda yaşamasına karşın, sanki etken olarak politik oluşumları biçimlendiren bir insan gibi kapsayıcı çözümler geliştirir. Bir şeyh elbette çok yetkin bir kişilik olabilir; insan-Tanrı, inanç-inançsızlık, öz-tanıyım uğraşı, çıkarcılık-dayanışmacılık ve bunların insanın iç dünyasına yansımasına ilişkin tutarlı düşünceler öne sürebilir.
Nitekim insanın yaratılıştan “zayıflık” ve “noksanlık” özellikleriyle donanmış olduğu, ancak yaratana duyulan inanç ve teslimiyetle “güç kazanabileceği, “Rabbinin karşısında eğilmeyen, beşerin karşısında eğilir; Rabbinin karşısında ne kadar eğilirsen, beşerin karşısında o kadar dik durursun” gibi tümceler, anlamlı ve değerli sözlerdir. Şu tümceler de bu değerli sözlere eklenebilir: “Beşer en büyük imtihanı kendi içinde, kendine karşı verdiğini bilmelidir. İnsanın asıl düşmanı kendisidir.” İnsan özünden “korkmalı”; “ölümden, zindandan” korkmamalı, utanmamalıdır; çünkü “bunların hiçbiri insanı utandırmaz. İnsanı ancak kendisi utandırır.” Tanrı’nın insana verdiği özelliklerin başında “akıl” gelir; akıl, insana seçim ve tercih yapma yeteneği kazandırır (s. 84- 85).
Romana içkinleştirilen bu anlatımlar, diyalektik-materyalist bilgi kuramı açısından da oldukça tutarlıdır; çünkü “öz” olmadan, “başka” veya “yabancı” olamaz. Her bireysel ve toplumsal-siyasal oluşumu, öz ya da “iç” belirler; yabancı ya da “dış” etkiler, Dolayısıyla, öz sorgulama, her türlü gelişmenin, atılımın kaynağıdır.
Şeyh Yusuf’un dinsel bilgeliği, romanda betimlendiği üzere, tolerans ve çoğulculuk gibi kavramları da kapsayacak ölçüde geniştir. Şeyh, tekkenin kapısının “herkese açık” olduğunu, bu kapıdan içeri girenlerin tümünü “aynı sevgiyle” karşıladıklarını sürekli dile getirir. Romanda Şeyh’in anlatımıyla, onların görevi, kimin “günahkâr” olduğunu belirlemek veya günahkârları “cezalandırmak” değildir. Şeyh’e göre, “iyi bir Müslüman günahkâr mı diye sormaz; iyi bir insan mı diye sorar”; çünkü “iyi bir insan bir gün iyi bir Müslüman” olabilir. Tekkedeki huzurun nedeni, Şeyh ve adamlarının “hiç kimse için bir hüküm vermemesinden” kaynaklanmaktadır (s. 458- 459).
Rukiye, Şeyh Yusuf ve soyu Osmanlı hanedanına dayanan, olağanüstü güzelliğiyle ünlü Mehpare Hanım’ın kızıdır. Mehpare Hanım, bir Osmanlı aristokratıdır ve Paris’te yaşamaktadır. Rukiye bir bebek beklediğini annesine söylediğinde, annesi, “kızım, savaşın ortasında hamile kalınır mı?” diye tepki gösterir. Rukiye, annesini şöyle yanıtlar: “Memleketin düzelmesini beklersek, hiçbir kadın doğurmaz; Osmanlı’nın zürriyeti kurur” (s. 88). Osmanlı için söylenilen bu sözler, Türkiye için de söylenebilir.
Savaş, yenilgi ve ittihatçıların yönetimi ele geçirmesi
Romanın başat izleği savaştır; savaş özü gereği ölüm demektir: Yenmek de yenilmek de ölüm getirir. Böyle olunca, savaş zamanında başta sanat olmak üzere, yaşama sevincini öne çıkaran her şey önemsizleşir (s. 106). Romanda belirgin bir duyarlılıkla anlatılan Osmanlı süvarisinin “kaçışı”, Bulgar süvarisinin “ilerleyişinden daha hızlıdır” tümcesi kayıtlara geçer. Bu kayıt, Muhtar Paşa ve Ragıp Bey gibi, dönemin yurtsever ve gururlu subaylarının derin ve onulmaz içsel acısını dile getir.
Romanda anlatılaştırılan dönemin belirleyicileri olan İttihatçıların başında gelenlerden biri de Talat Paşa’dır. Romanda“İttihatçı liderler arasında en zekisi ve en tehlikesi” olarak nitelenen Talat Paşa, Osmanlı ordusunun Bulgar ordusuna yenilmesini, yönetimin “beceriksizliğine, cesaretsizliğine ve basiretsizliğine” bağlar ve buradan şu sonucu çıkarır: “Hükümeti devirmeliyiz!” (s. 138- 139). Hükümeti devirmek ve yeni hükümetin başına geçmek için, 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın ikna edilmesi konuşulur. Yolsuzluk ve çalıp çırpmaların, Osmanlı yönetiminin bir bölümünce “olağan uygulama” durumuna getirilmesi, bir darbeyle yönetimi devirme girişimini haklı çıkarmak için araçsallaştırılır. İttihatçılardan bazıları da yolsuzluklara bulaşır. Yanlışları eleştirenlere baskı uygulanır. Muhalifler, tutuklanıp, “Bekirağa Bölüğü’ne tıkılır; onları yargılamak için özel mahkemeler kurulur” (. 141). Muhalifleri “dövdürme, susturma ve öldürtme” gibi uygulamalar yaygınlaşır (s. 143). Eleştirileri hiç önemsemeyen, her türlü eleştiriyi “düşmanlık” olarak niteleyen, ülkeyi ilkin “Selanik gibi yapmayı” uygarlık sanan ve daha sonra bundan vazgeçen İttihatçılar, sadece kendi “iktidarlarını ayakta tutmayı” amaç durumuna getirmiştir. Uygarlık, “bunların dilince cinayetin, hırsızlığın” adı olur. Muhaliflerin ve Ermenilerin “öldürüldüğünü, mallarına el koyulduğunu” bilmeyen İttihatçı yoktur (s. 256). Şimdiyi de kısmen niteleyen bu anlatımlar, iktidar sahiplerinin zenginleşmesinin, muhaliflerin ise, hukuk dışı yöntemlerle baskı altına alınmasının Türkiye siyasetinde gelenekselleştiğini göstermektedir.
Romandaki anlatımla, Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun “topraklarını ve gururunu” yitirmesine yol açar (s. 155); “siyaset ve soygun”, orduyu çökertir (s. 189). Devlet, “askerini doyurmayı, savaşmayı, toprağını korumayı becerememiş; ama halkını kandırmayı her zaman olduğu gibi” bu dönemde de becermiştir (s. 202).
Enver, Talat, Cemal, Halil, Mümtaz, Hilmi, Sapancalı Hakkı ve Cevat beylerden oluşuna İttihatçı küme, 13 Ocak 1913 günü Babı Ali’yi basıp, silah zoruyla sadrazam Kamil Paşa’yı istifa ettirerek imparatorluğun yönetimini ele geçirir. Enver Paşa, Kamil Paşa’ya istifa mektubuna “ahalinin ve ciheti askeriyenin teklifi üzerine” ibaresini ekletir. Bu olay, romanın 25. Bölümünde yalın bir dille serimlenir.
İttihatçı Hikmet Bey ve oğlu Nizam arasında geçen konuşmada, Nizam’ın ağzından Osmanlı’nın öldüğü artık dirilmeyeceği anlatılır. Romandaki anlatımla, artık İttihatçılar kendini kandırmamalıdır. Osmanlı ölmüştür ve “artık dirilmez.” Diriltmeye çalıştıkça, “daha fazla çürüyecek, etleri dökülecek ve kokacaktır.” Bu ölünün dirilmesi, artık tümüyle boş bir beklentidir. Marx ve Engels de Kırım Savaşı (1853) sırasında ve sonrasındaki yazıları ve mektuplarında Osmanlı’ya ilişkin buna benzer değerlendirmeler yapmıştır.[4]
Eril Doğulu imgesi
“Ölmek Kolaydır Sevmekten”de Doğu-Batı karşılaştırması, romanın kahramanlarından Fransız gazeteci Mösyö Lausanne bağlamında yapılır. Dilara Hanım’ın bu gazeteciye yönelik anlatımıyla, Batılılar Şark kadınlarını “her zaman ilgi çekici, esrarlı” bulurlar; ancak “düz ve sığ” buldukları Doğulu erkekleri anlayamazlar. Doğulu erkekler için “neredeyse yaşamın tümünü” oluşturan erkeklik kavramının “ne denli kırılgan” olduğunu bilemezler. Erkeklik, Doğulu erkeklerin “bütün varlıklarını, kimliklerini, zihinlerini, ruhlarını doldurur, oradan dünyaya taşar.” Onlar, erkekliklerinin kokusunu koklayarak, “bir hayvan gibi bütün erkeklerle dövüşerek, bütün kadınlara sahip olmak isteyerek” yaşarlar. Dünyaya “güçlerini” gösterebilmek için, bir “dişiyi” gereksinirler. Bütün dünyalarını o dişi üzerine kurdukları için, o dişinin “vazgeçişi, ihaneti, isteksizliği”, erkeklerin dünyasını param parça eder. Doğulu erkekler kendi eril anlayışlarıyla kurguladıkları dünyanın “gerçek olduğunu kanıtlayabilmek için kadınları öldürmeye bile hazırdırlar” (s. 245- 246).
“Ölmek Kolaydır Sevmekten”, Osmanlı ve Türkiye tarihinin en devingen, en gurur kırıcı, siyasal bakımdan en sarsıntılı bir zaman diliminde gerçekleşen olayları ve bu olayları biçimlendiren kişiliklerin çoğu yönlerini, insancıl bir duyarlılıkla ve belirgin bir yazınsal yetkinlikle anlatılaştırmıştır. Yazınsallaştırılan kişilikler arasında politik erki kişisel zenginleşme ve muhalifleri öldürme aracı olarak kötüye kullanan da vardır; ülkesinin saygınlığını ve onurunu korumak için gözünü kırpmadan canını veren de. Özellikle bu sonuncu kümeyi oluşturan trajik kahramanlar, romanın çekiciliğini yükseltmektedir. Romanda öne çıkarılan bir başka figür, dini, tolerans ve çoğulculuk gibi evrensel değerler düzeyine yükselten Şeyh Yusuf figürüdür. Söz konusu figür, İslam’ın felsefi derinlikle ve insancıl duyarlılıkla yaşanabileceğini de simgeler. Anlatılaştırdığı dönemin askeri ve siyasal gelişmelerini, “seçkin” kesimin günlük yaşam kültürünü dilsel-biçemsel özelliklerini yansıtan bu roman, tarihsel-siyasal roman türünü sevenler başta olmak üzere, edebiyatseverlerin kalıcı övgüsünü kazanabilir.
Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (23 Aralık 2015)
[1] Ahmet Altan: “Ölmek Kolaydır Sevmekten”; Everest Yayınları, İstanbul 2015
[2] Voltaire’in yapıtlarında serimlediği Türk ve Doğu imgesini, “Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi” (Türkiye İş Bankası Yayınları, İkinci Baskı İstanbul 2012) adlı kitabımda ayrıntılı irdeledim.
[3] Sanatsal-yazınsal figürlerin estetik fizyonomisi kavramını, “Brecht, Lukacs, Bloch- Sanat ve Edebiyat” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014) adlı kitabımda ayrıntılandırmaya çalıştım.
[4] Marx/Engels’in söz konusu yazılarını ve mektuplarını, “Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2012) adlı kitabımda ele aldım.