Sahi ne olurdu Emma Bovary arsenik içmeseydi? Anna Karenina bedenini soğuk demir yolunun üzerine sermeseydi? Ophelia delirerek ölmeseydi? Toplumun yüzyıllardır kadının ve erkeğin üzerine yığdığı tüm o ısrarcı ve baskıcı düşüncelerden kurtulmak mümkün müydü? Zincirleri kırarak yola çıkıp yeni bir son yaratılabilir miydi gerçekten? Yoksa her son yeni bir başlangıç yaratıyor ve kırılamayan bir döngüye mi giriyordu hikâyelerimiz? İnsan neden hep başladığı yerde buluyordu kendini? Ve başladığı yere her döndüğünde aynı mı kalıyordu yoksa hatıraların hayaletlerinin inşa ettiği yaralı, bereli ve yamalı yeni bir ben mi inşa ediyordu?
Tarık Tufan’ın 2019 senesinde okurlarıyla buluşan ve külliyatının dönüşüm romanlarından biri olan Düşerken yeni yayınevinde, yeni kapağıyla okurlarına kavuşmak üzere yolculuğuna çıktı. Doğan Kitap etiketiyle raflarda yerini alan Düşerken; insanı, insan olmanın ne demek olduğunu, kırık dökük hallerimizi, köklerimizi bulma yolculuğunu bir aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor. Kurtuluş Cinderesi’nde ikamet eden evli ve iki çocuklu İshak ile ressam Jülide’nin birbirlerine tutundukları, kaçış hikâyesi en başta bir sevda masalı gibi dursa da aslında her ikisinin de kendi iç yolculuğuna ve kalabalık yalnızlıklarına evrilen bir anlatı. “İnsanın en ölümcül yarası, içinde anbean büyüyen gitme hevesidir,” diye başlayan romanda olay örgüsü gizemli bir şekilde ilerleyip, anlatıcılar değiştikçe romanın dinamiği de değişip derinleşiyor ve okur anlatı katmanlarında kendini kaybediyor. İshak ve Jülide’nin arabayla çıktıkları uzun yol macerası aslında oldukları yerde kalarak yaptıkları bir iç yolculuk ve arkeolojik kazıya dönüşüyor. İki kahramanın düşüşüyle birlikte okur da kendini bir uçurumdan düşerken buluyor.
“Yalnızlık denen uçurumun kıyısında yuvarlanırken, can havliyle bir yerlere tutunsam belki düşmeyecektim, emin değilim, belki buna rağmen düşecektim ama gururum elvermediğinden hiçbir yere tutunmadım ve bunu bile isteye seçmiş gibi yuvarlandım aşağıya,” diyor Jülide romanın henüz başlarında. Hiçbir yere tutunmadan düşüşünü özgürleştiren ve dibin ne olduğunu arayan Jülide’nin bu sözleri bizlere Alis Harikalar Diyarında’da kendini bir tavşan deliğinden aşağı bırakan o meraklı kız çocuğunu hatırlatıyor. Alis tutunsaydı ya da düşmekten korksaydı ne o ışıltılı dünyayı ne de kendi ruhunu keşfedebilecekti. Jülide de bu arkaik yapıyı tekrarlar gibi kendini serbest düşüşe bırakıyor, yere çakılacağını bile bile.
Kahramanlarımız kendilerini bu uçurumdan aşağı yuvarlarken hem sohbet ediyor hem birbirlerinin yaralarına dokunuyor hem de merhem olmaya çalışıyorlar. Birbirlerine “iyi” geldiklerini, “şifa” olduklarını söyleseler de kimsenin kimseye derman olduğu yok belki de. Acılarını yarıştırmaya başladıkları yerde yazar da şu soruyu soruyor: “Yazgı en çok hasarı kime vermiş?”
Decameron’da vebadan ölmemek için bir ateşin etrafına toplanıp birbirlerine hikâyeler anlatan o karakterler gibi İshak ve Jülide de ölmemek için can havliyle anlatma aşkına tutunuyorlar. “Çok kırılmış bir kadını anlatmaya nereden başlanır, bilmiyorum,” diyen Jülide romanın sonuna kadar okuru şaşkınlık içerisinde bırakacak hayat hikâyesini yavaş yavaş ellerimize bırakırken kendi öz eleştirisini yapmayı da ihmal etmiyor. “Biri beni anlayarak özgürleştirsin” derken onun da herkes gibi yalnız olduğu kanısına varıyoruz.
İshak da Jülide’nin kimsesizliğine şu cümleyle katkıda bulunuyor ve bu çift kişilik yalnızlık perçinleniyor:
“Jülide biliyor musun, tam düşerken karşıma sen çıktın”
“Düşerken mi?”
“Evet.”
“Karşına çıkınca ne oldu peki?”
“Bir sürü şey oldu işte. Benim için büyük şans.”
…..
“Belki de benimle karşılaşman bir şans değil, tam tersine düşüşünü
hızlandıracak bir şeydir. Acı bir tesadüf belki.”
Romanın finaline dek önemli bir yer tutan “anne” meselesine de değinmekte fayda var. Sigmund Freud’un “Haz Prensibinin Ötesinde” makalesine değindiği gibi, İshak’ın annesizliği ve anne arayışı, psikanalitik saptamada onu sakat bırakan bir olgu olduğundan, ileri dönem travmaları onun ilk travmasını tekrar yaşamasına ve hatta bu travmaya saplanıp kalmasına sebep oluyor. Unuttuğu yaşantısının bir bölümü yeniden yaşatıldığında, gerçek görünenin aslında unutulmuş geçmişin bir yansıması olduğunu farkına varan bir bireyin tüm bu bastırılmış yükten kurtulması gibi bir sürecin içinde buluyor İshak kendini. En nihayetinde ailesiyle ve geçmişiyle yüzleştirilen bir hasta gibi görünse de kahramanlardan hangisinin hasta hangisinin doktor olduğuna karar vermek zor. Jülide ise travmaları neticesinde kendisine hep acılı adamları seçen ve onları iyileştirmeyi kendine misyon edinen bir ateş topu adeta.
Roman kendini okuruna açtıkça muğlak bölgeler de artıyor, Jülide bir iç ses ya da bir yüksek benlik olabilir mi dedirten sahneler ve bize onun hayali bir iyilik meleği ya da koruyucu bir peri gibi İshak’ın yanı başında olduğunu işaret eden satırlar okuru metnin labirentlerinde merakla yürümeye zorluyor. Romanın sonunda İshak’ın annesinin Jülide’ye, Jülide’nin de İshak’ın annesine dönüştüğü sahnenin hemen akabinde İshak kendine hayali arkadaşlar edindiğini anlatıyor ve akıl hastanesi kuvvetli bir mekân olarak romanda mecazi görevini tamamlıyor.
Romanda yer alan bir diğer önemli tema da “evsizlik”. Tufan, “Ev nedir?” üzerine hararetli bir tartışmaya davet ediyor okurunu. Ulysees’in girişinde arkadaşları tarafından anahtarsız bırakılan Stephen Dedalus gibi; karısı Molly’i rahatsız etmesin diye bir türlü eve dönemeyen Leopold Bloom gibi ontolojik olarak kendini bir türlü hiçbir eve ait hissetmeyen bir adam İshak. Bunu kabullenmiş ve acısını çeken bir erkek kahraman var karşımızda ama ya romanın en sonunda çıkan, köklerine dair “kabullenemeyeceği” gerçekler? Ya ressam Jülide’nin renklerini kaybetmesi? Ya kayıp bir annenin yüzünün bir tabloda keşfedilmesi? Ya köksüzlük ve gittikçe bir girdap gibi İshak’ı içine çeken aidiyet sorunsalı?
Tarık Tufan, okurunu uzun uzadıya düşünmeye iten tüm bu temaları sıkı sıkı ördüğü olay örgüsünün, kuvvetli inşa edilmiş roman kahramanlarının, mekânların ve geniş zamanların içine işlemiş. Jülide ve İshak’ın birinci tekil anlatılarının yanı sıra tanrı anlatıcı üzerinden üç farklı bakış açısıyla aktarılan Düşerken, serpiştirilen merak unsurları ve yolda sunduğu sürprizleriyle birlikte Türk Edebiyatı’nın başarılı romanlarından biri.
edebiyathaber.net (9 Aralık 2022)