Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Philip Roth çağdaş Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. Roth, yapıtlarında Amerikan taşrasını, hayat tarzını, göçmenliğini, cinselliği ve ölümü merkeze alıyor, etkileyici bir üslupla aktarıyordu. Yahudi göçmeni bir aileden gelen Roth, aynı zamanda son derece üretken bir yazardı. 1998 yılında Pulitzer ödülü de kazanan yazar, ardında dolu bir külliyat bırakmıştı. Bu külliyatın en ilginç örneklerinden biri de, 2006 yılında yazdığı ve 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları’nın yayımladığı ve Kaya Genç’in çevirdiği Sokaktaki Adam olsa gerek.
Sokaktaki Adam, 100 sayfalık bir novella. Philip Roth’un 70’li yaşlarının ortasında kaleme aldığı bir eser. Dolayısıyla, yaşlılık, ölüm, kayıp zaman ve iç hesaplaşma temaları kitapta çok yoğun. Bununla beraber Roth’un hayatı boyunca üzerine eğildiği konuların başında gelen göçmenlik, cinsellik ve insan ilişkileri kitabın diğer ağırlık noktası oluyor.
‘Mezarımdan yazıyorum”
Sokaktaki Adam, kitap boyu hikâyesine şahit olacağımız karakterimizin cenazesiyle başlıyor. İşinde çok başarılı bir reklamcı olan isimsiz kahramanımızın ani ölümü sebebiyle, tüm yakınları, evlenip boşandığı üç eski eşi, çocukları, kardeşleri, hemşiresi onun tabutunun başındadır. Eski eşlerinden bazılarının gözü yaşlıdır, onun ani ölümüne inanamamıştır, çocuklarından en sevdiği olan Nancy ise dirayetini korumaya çalışmaktadır. Kahramanımızın geçmiş ilişkileri pek parlak değildir. Sorunlu evlilikler, yeteri kadar ilgilenilmeyen çocuklar, ağabeyi Howie’ye duyulan derin kıskançlık krizleri; onun bir ömrünün özeti gibi durmaktadır. Kahramanımız yavaş yavaş toprağın altına girmeye başladığı anda, yaşamı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmeye başlar. Çocukluğu, ailesiyle olan ilişkileri, hayatta yaptıkları yapamadıkları belleğinden dökülmeye başlar.
Yahudi göçmeni ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen kahramanımız, çocukluğunda babasının kuyumcu dükkanında çalışarak ilk iktisat derslerini alır. Resime ilgisi vardır, lakin ressamların parlak banka hesapları yoktur. Dolayısıyla, hayaller bir kenara konulabilir; reklamcılık ise çok para kazanmak için daha idealdir. Kahramanımız da, ‘alt yapı, ‘üst-yapıyı’ belirler şiarıyla, reklamcı olur. Bu süre zarfında iki başarısız evlilik yapar, iki erkek bir kız çocuk sahibi olur. Maddi anlamda işler iyi gider ama aynı şey özel hayat için mevcut değildir. En basitinden, sürekli sağlık sorunlarıyla uğraşır. Tıkalı kalp damaları, çocukluktan kalma fıtık sorunları… Hastane ortamı ‘başarılı’ reklamcıya gün yüzü göstermez. Halbuki ağabeyi öyle midir? Sağlıklı, her daim fit ve ilerleyen yaşına rağmen bir defa bile ilaç kullanma ihtiyacı hissetmemiştir. Özetle kahramanımızın, banka hesap cüzdanı dolu ama huzuru pek yok gibidir. Gerçi, kendisi hayatında huzur tesis etmek yerine, geçici hedonist arzular peşinde koşmaktadır. Hayatta kalıcı olan şeylerin değil de, sıradan arzuların tutsağıdır. Kendisinden bir hayli küçük Danimarkalı bir modelle dünya evine girer örneğin. Ya da çocuklarıyla arasını düzeltmeye bile çalışmaz. ‘Bırak dağınık kalsın’ onun bir hayat mottosudur. Reklamcımız 70 yaşına geldiğinde hayatın nahoş gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalmaya başlar. O da; yaşlılık. Zamanı giderek azalmaya başlamıştır, bu hayatta yapabilecekleri giderek azalmaya başlamıştır. Tutsağı olduğu hedonist arzuları eyleme dökemez artık; hayata sadece dışarıdan bakmak durumundadır. Artık hayatın akışının içinde değildir. Lakin her şeye rağmen emeklilik ertelenen hayaller için uygun bir ortam olabilir. Sahil kasabasına yerleşir. Tekrar resim yapmaya başlar, hatta oradakilere bu işin inceliğini de öğretir. Tüm bu huzurlu sahil kasabası imgesi bir yerden sonra ona rahatsızlık verir. Geçmişin pişmanlıkları, kırılan kalpler bir şekilde önüne çıkar. Lakin geçmişi geri almak artık mümkün değildir. Üstelik ölüm yavaş yavaş ona yaklaşmaktadır. Hayatın muhasebesi sürekli önündedir. Lakin en çok yaşlılık yıpratır onu. Hastaneler, ameliyatlar, alınması gereken ilaçlar, her daim tetikte olunması gereken bir dönem. Kahramanımız da en çok bunda şikayetçi zaten “Yaşlılık katliamdır” diyor.
Anlamlı bir hayat
Sokaktaki Adam, bir hesaplaşma romanı özetle. Lakin bildiğimiz türden, neredeyse teolojik bir günah çıkarma yapıtı değil. Kahramanımız, geçmişte yaptığı kötü şeyler için bir af peşinde değil. Tam aksine, kendisiyle, yaşamıyla, bedeniyle ve diğer insanlarla olan ilişkisini masaya yatırıyor. Hayatının efendisi konumundayken, zaman karşısında çaresizliği yaşıyor. Yaşlılık, sağlık sorunları nedeniyle kaybettiği iktidar için hayıflanıyor. “Hayatının yıllardır olmadığı kadar efendisiyken hayatına neden güvenmezlik ediyordu ki? Sakin, dürüst bir biçimde düşündüğünde daha yaşayacağı yıllar olduğunu görürken yok oluşunun eşiğinde olduğunu düşünmek için nasıl bir nedeni olabilirdi?” Özetle, asla geri döndüremeyeceği zaman dilimi için pişmanlıklar yaşıyor. Ama yaşanan yaşanmıştır, üstelik her şey geride kalmıştır. Yaptıklarının bir kısmı unutulacak, bir kısmı da öldükten sonra arkasından konuşulmaya devam edecek. Hayatın özeti de budur, bir anlamda. Yaptığımız her eylem, gelecekte yankılanacak. Bundan kaçış yok.
Philip Roth, Sokaktaki Adam’da kendimize inşa ettiğimiz kusursuz gibi görünen hayatların ne kadar kolay su kaynatabileceğini ve arızaya uğrayabileceğini gösteriyor. Modern bireyler olarak, hayatımızı birer ölümsüz gibi yaşadığımızı lakin en beklenmedik anda karşımıza çıkan ölümün yaşamlarımızı nasıl alt üst edebileceğini vurguluyor. Her ne kadar mutlak kontrol duygusuyla hayatlarımızı elimizde tutmaya çalışsak da bunun asla mümkün olamayacağını söylüyor. Romanda 11 Eylül saldırıları sonrasında ve reklamcımız çocuklarını ve kendisini güvenli alanlara çekmeye çalışıyor örneğin. Roth, bir anlamda orta sınıfın kontrol hastalığını, evlerini, huzurlarını korumak pahasına yaşamlarını nasıl hapishaneye dönüştürdüğünü gösteriyor. Bugün orta sınıflar hatta üst orta sınıfların yaşam tarzına bakın; Sağlıklı yemekler, yoga, meditasyon organik gıdalar, büyük şehirden uzaklaşıp sakin bir sahil kasabasına taşınmak; kısaca yaşam sürelerini uzatabilecekleri kadar uzatmaya çalışıyorlar. Üstelik, güvenlik paranoyasıyla yaşıyorlar; hırsız tehdidi, terör saldırıları, göçmen korkusu, hayatları alt üst etmiş durumda. Kendilerine sürekli güvenlikli yaşam alanları arıyorlar, evlerine son teknoloji alarm sistemi ve kamera taktırıyorlar. Lakin hayatın matematiği pek öyle yürümüyor sanırım. Kendimize mutlak bir kibirle inşa ettiğimiz şaşaalı hayatlarımız, bizim asla kontrol edemeyeceğimiz anlarda sekteye uğrayabiliyor. Yaşlılık bu durumun en iyi örneği bence. Herkesin bir şekilde gelmek zorunda olduğu o zaman dilimi. Philip Roth da, Sokaktaki Adam’da bunu vurgulamaya çalışıyor. Gelip, geçici hedonist arzuların bir yerden sonra sıkıcı ve boş şeyler olabileceğini belirtiyor. Antik Yunanların söylediği gibi “memento mori” yani ölümü hatırlayın bizlere diyor. Sonsuz bir hayatın değil ama anlamlı bir yaşamın asıl kıymetinin olduğunu söylüyor. Sonuç olarak, Roth anlamlı ve huzurlu bir hayat için, esas olarak ne istediğimizi bilmek, hayal ettiğimiz ve bize iyi gelecek şeylerin, ideallerin peşine düşmenin önemini anlatıyor. Bayat bir klişe de olsa ne kadar çok paramız, gücümüz de olsa zamanın tozlarını elimizde tutamıyoruz, yaşadığımız biricik hayatı onurlandırmayı ve ikametgah etmek durumunda olduğumuz gezegende güzel vakit geçirmek bizim için en kıymeti şey olsa gerek ne de olsa “her şey olur, her şey geçer haya kalır.”
edebiyathaber.net (25 Temmuz 2019)