Ölü bir yazarın otelime giriş yapıyor olmasını kavrayamıyordum. Karşımdaki Kurt Vonnegut’un ta kendisiydi. Lobinin ortasında bir koltuğa kurulmuş, bana bakıyor, bacak bacak üzerine atmış gülümsüyordu. Sigarasından derin bir nefes çekti.
“Neden buradasınız?” diye sordum.
“Konuklarınız buraya neden geliyorsa ben de o sebeple geldim -uyumak için.”
“Hayır, demek istediğim, nasıl burada olabiliyorsunuz? Siz ölüsünüz. Bu çılgınca.”
Vonnegut başını salladı. “İşte tüm soruların cevabı bu: çılgınlık.”
“Bana yazarlık öğütleri mi vereceksiniz?”
“Yazar mısın?” Vonnegut yeni bir Pall Mall yaktı, eskisini lobinin ortasına atıvermişti. “Bu harika. Hayatım boyunca verebileceğim tüm yazarlık tavsiyelerini verdim ben. Sanırım onları hatırlarsın.”
Tabii ki daha önce onun yazım kurallarını duymuştum. İlk defa Slaughterhouse-Five’ı okurken internette onunla ilgili en ufak bir bilgi parçasını bile yedim yuttum. Ama, şimdi karşıma geçmiş bana soruyor ya, kafam boş.
Fakat sonra bir şey geliyor aklıma, heyecandan resepsiyon masasını tokatlıyorum. “Evet!” diyorum. “Birini hatırlıyorum. Başlarken sona mümkün olduğu kadar yakın ol.”
Vonnegut başını sallıyor. “Peki ya diğer yedi kural?”
“Hiçbir fikrim yok.”
“Tamam tamam, seninle oynayalım.” Vonnegut boynunu kütürdetti. “Bir yazar olmak istiyor musun? Zaten çılgın birisin, bu iyi. Şimdi dikkatini ver. Yazar olmak için hiç tanımadığın bir yabancının zamanını öyle kullanman lazım ki o yabancı vaktinin harcandığını düşünmesin.”
“Neden yazarız, diye sorarlar. Yanlış bir soru bu bence. Sorman gereken soru, yazarlara neden ihtiyaç duyulur? Çünkü pek çok insan şu mesajı almak ister: ‘Ben de en az senin kadar hissedip düşünüyorum, Başkalarının umrunda olmayıp da senin önemsediğin şeyleri ben de önemsiyorum. Yalnız değilsin.’ Yazı çok güçlü bir şey. En yalnız olduğumuz anda bizi tekrar dünyaya bağlıyor.”
Sessiz kaldım. Resepsiyon masasının üzerine eğilip başımı serin yüzeyine yasladım. Uykuya ihtiyacım vardı. Şok terapiye, beyin nakline ihtiyacım vardı.
“Peki, tekrar yazmaya dönersek,” dedi. “Kâğıt üzerindeki kişilere hayat vermenin anahtarı her bir karaktere bir arzu aşılamaktır. Hepsi bir şey istemeli, bir bardak su bile olsa. Ve, pek tabii, okuruna destekleyeceği en az bir karakter vermelisin.”
“Kimse uzun süre takip ettiği birini destekleyemez.” dedim.
Vonnegut gülümsedi. “Bir yazarın işi sadist olmaktır. Başkarakterlerin ne kadar şirin ve masum olsalar da, onların başlarına kötü şeyler gelmeli ki okur onların neden yapılmış olduğunu görebilsin.”
“Lütfen devam edin.”
“Peki. Yazarken seni nelerin zorladığını bilmiyorum, kurgu mu, karakter üretimi mi ya da bildiğimiz motivasyon sıkıntısı mı. Yine de söyleyeceğim şu: okurlarına mümkün olan en kısa sürede elinden geldiğince bilgi vermelisin. Belirsizliğin canı cehenneme. Okurun neler olup bittiğine dair eksiksiz bilgi sahibi olmalı, öyle ki son birkaç sayfayı hamamböcekleri bile yemiş olsa okur hikâyeyi kendi başına tamamlayabilmeli.”
Bu son tavsiyelerle ilgili birtakım çekincelerim de olsa dilimi tuttum ve devam etmesine izin verdim.
“Her cümle şu ikisinden birini yapmalı -ya karakteri belli etmeli ya da aksiyonu geliştirmeli,” dedi. “Kısacası, konuyu dağıtma.”
Vonnegut öne doğru eğildi. “Ve son kuralım şu: sadece bir kişiyi memnun etmek için yaz. Eğer pencereyi açıp herkese mavi boncuk dağıtırsan tabiri caizse zatürre olursun, anlıyor musun?”
“Sanırım, evet.”
“Güzel.” İzmariti yere atıp bir sigara daha yaktı. “Şimdi, elbette, tüm bu söylediklerim bir yana, benim jenerasyonumun en iyi Amerikan kısa öykücüsü Flannery O’Connor’dı. Ve o benim bu kurallarımın hemen hemen hepsini çiğnedi, biri hariç, hani şu bir yabancının zamanını boşa harcamamakla ilgili olan. Fakat kural yıkmakta sıkıntı yok. Büyük yazarların böyle eğilimleri vardır zaten. Bizler habire uçurumlardan atlamak zorundayızdır, kanatlarımızı da düşerken geliştiririz.”
Kaynak: Max Booth – litreactor.com
Kısaltarak çeviren: Ali. F. Kısakürek