Neden bazı yazarları kendimize daha yakın bazılarını ise uzak hissederiz? Bir kitap okuruz, yaşamı ve düşünceleri ile yaşamımıza ve düşüncelerimize, düşleri ile düşlerimize yakın hissettirir kimi yazarlar, okuyucularını kendi yolculuklarına ortak ediverirler. José Saramago Türkiye okurları üzerinde böyle bir etki yapmış olmalı ki Türkçedeki kitapları ve yeni baskıları sürekli artıyor.
“Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”un daha ilk sayfalarında ruh akrabalığım olan yazarlardan biri ile karşılaştığımı anlamıştım. Hep hayal ettiğim bir şeydir; dünyadaki tüm insanlar kör olsa ve dünya buna göre kurulsa görenler nasıl bir yaşam sürerdi? Ya da hadi diyelim kadın egemen bir dünyada yaşasaydık erkekler ne durumda olurdu, kadınların erkeklere tecavüzünü konu alan haberler bu kadar çok mu olurdu, iktidarda olmak kadınları ne kadar değiştirirdi? Ya da din diye bir şey hiç olmasaydı, neye inanırdı insanlar, inanç hangi biçime bürünürdü? Suç ve ceza ortadan kalksa ortalık gerçekten çok mu karışırdı? Alıştığımız kavramları, olguları yaşamdan çıkarıverseydik nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk?
1998 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, 1922 doğumlu ve maalesef 2010 yılında aramızdan ayrılan Portekizli yazar José Saramago, Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş isimli romanında “ölüm”ün ortadan yok olduğu adı bilinmeyen bir ülkeyi anlatmaya “Ertesi gün hiç kimse ölmedi” diyerek başlıyor. Beni ona yakınlaştıran ve kitabın dünyasına bir çırpıda alıveren sadece ölümün olmadığı bir dünyanın nasıl olacağına dair bu müthiş kurgu değildi. “Kurallar yıkılmak içindir” felsefesini benimsemiş bir yazarla baş başa buluverdim kendimi.
Ölüm bir Varmış Bir Yokmuş, politikayı ve politikacıları, toplumu, kapitalist sistemi, dini, insanın bencil ve ikiyüzlü yanını hiciv yüklü bir eleştiri ile anlatan bir roman. Bu ironi ve eleştiri romanın biçimsel ve dilsel ögeleri ile de güçlendirilmiş. Öyle ki, Saramago yazarken sanki şöyle bir yaklaşım içinde; konuşma cümleleri tırnak içinde yazılır diye bir kural mı var, e yazmayalım bakalım ne olacak? Paragraf mı? Onları da kaldıralım. Kitapta geçen karakterlerin isimleri? Onlara da gerek yok. Aynen böyle; sayfalarca paragrafların, tırnak işaretlerinin, isimlerin olmadığı bir metin üzerinde ilerliyorsunuz. Ara sıra paragrafla karşılaşsanız da, imla işaretlerinden sadece nokta ve virgüllere yer verilmiş. Hatta noktalar konusunda oldukça cimri davranmış Saramago, cümleler virgüllerle geçip gidiyor geçip gidiyor tam umudu kesmişken bir noktaya ulaşıyor. İlk başta biraz yadırgatıcı ve zor oluyor, ama yazarın bilinçli ve zekice tercih edilmiş bu üslubunun anlatımı ne kadar güçlendirdiğinin farkına varıp işin felsefesinin tadını da alınca keyifli bir okuma sürecine giriyorsunuz. Saramago, toplumun, kapitalizmin uygulamaya soktuğu sistemlerin ve dinin önümüze koyduğu kuralları bir bir yıktığı kurgusunda, edebiyat ve yazıya dair kuralları da alt üst etmekten çekinmiyor. Kitabın başkahramanı olarak sadece “ölüm” bir özel isim olarak yer alıyor romanda ama onun da ilk harfinin küçük yazılması konusunda yazım kurallarını uygulamak isteyenlere karşı ciddi bir mücadele veriliyor.
Romanın, ölümün yok olduğu ve var olduğu iki bölümden oluştuğunu söyleyebiliriz. Yaşadığımız ülkede ölümün ortadan kalktığını düşünün. Sağlık sistemi ne olur? Ya cenaze hizmetleri? Sigorta şirketlerinin durumu? Dini kurumlar ne yapar? Ölümü bekleyen hatta isteyenlerle, ölümden kaçanların durumu ne olur? Anlatılanlar ne kendimize ne de yaşadığımız coğrafyaya hiç de yabancı değil. İktidar eleştirisini dile getirdiği bir bölümde geçen şu cümle ne kadar tanıdık değil mi: “her toplum kendini hak eden tarafından yönetilir”.
Romanın ikinci bölümünde, ölüm tarafından ölümün olmadığı bir dünyanın nasıl olduğu insanlara gösterildikten sonra ölüm geri dönüyor. Ama bu sefer de ölecek insanlara öleceğini bir hafta önceden haber vererek. Adı olmayan ülke bu sefer ölümünün haberini alan ya da bekleyen bir gerçeklikle kaosa sürükleniyor. Her iki durumda da kavramlar, olaylar, yaşananlar değişime uğrasa da değişmeyen şeyler var; iktidarın zalimliği, din sömürüsü, insanın bencilliği ve ikiyüzlülüğü.
Kitabını “evim” dediği eşi Pilar’a ithaf eden Saramago bir söyleşisinde “en büyük devrim aşktır” demiş. Okuyucuyu gülümseterek umut yoksunu bir dünyayı anlattığı Ölüm bir Varmış Bir Yokmuş’da da umudu aşkla buluştururken hiç ummadığımız bir sonla ve yine kitabın ilk cümlesi ile baş başa kalıyoruz: “Ertesi gün hiç kimse ölmedi”.
Saramago’nun özgün dilini ve üslubunu Türkçeye aktarmanın büyük ustalık gerektirdiğini düşünüyorum. Bu konuda kitabın çevirmeni Mehmet Necati Kutlu’yu kutlamak gerek. Kitapta bazı bölümlerde “…dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak…”, “…hem nalına hem mıhına vurarak…” gibi Türkçe deyişlere rastlıyoruz. Bu şekilde bir çeviriyi belki olumsuz eleştirenler olabilir, ben bunların doğru ve yerinde tercihler olduğunu düşünüyorum. Çünkü romandaki hicvin, kurallara mizahi bir dille ve biçimsel olarak karşı çıkışın Türkçede de benzer biçimde okuyucuya yansıtılması ancak bu şekilde olabilirdi diye düşünüyorum.
José Saramago ateist, komünist ve en başta din olmak üzere birçok kavram ve kuruma muhalif, sözünü sakınmayan bir yazar olarak tanınıyor. Demeçlerinde dini dünyadaki şiddetin yegâne suçlusu olarak ifade eden Saramago, ülkesinde yapıtları sansürlenen bir yazar aynı zamanda. Portekiz Hükümeti’nin bu tavrı nedeni ile Kanarya Adaları’nda Lanzarote’ye yerleşen yazar ölümüne kadar orada yaşamış. Bu durum yapıtlarının 25 dile çevrilmesini ve kitaplarının toplam satış rakamının sadece Portekiz’de iki milyonu geçmesini engelleyememiş. Edebiyatın karanlığa karşı zaferi!
Kitabın girişinde Kehanetler Kitabı’ndan bir cümle yer alıyor: “İnsan olmanın ne demek olduğunu her geçen gün daha az bileceğiz.” İnsanlığın bugün geldiği noktada kehanet şimdiden doğrulanmış görünüyor desem halimizi çok mu karamsar ifade etmiş olurum?
Ama kitap bittiğinde insanın içinde bir umut; Saramago’nun düşlediği o devrimin gerçekleşmesini diliyor… Ki bu kadar çok okuru olduğuna göre…
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (2 Nisan 2015)