Timaş Yayınları tarafından Neşe Taluy Yüce’nin çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “Son Hikâyeler” Çağdaş Polonya Edebiyatının son yıllarda adından en çok bahsedilen sesi Olga Tokarczuk’un ölüm ekseninde yazdığı mitik-masalsı bir güzelleme; aynı zamanda kuşakların üç kadın üzerinden akıp giden öyküsü.
Mutlak ve kaçınılmaz bir “şey” olan ölüm, son derece canlı bir biçimde metni sarıp sarmalıyor; sanki her köşe başında karşımıza çıkıyor. Hastalanıp uyutulmayı bekleyen bir köpeğin gözlerinde, günden güne hareketi azalan ve bir verandada uzanıp göğü izleyerek son gününü bekleyen ihtiyar bir adamın yavaşlığında yahut sıcak bir ada ülkesinde, kendisini kuşatan, bedenini yavaş yavaş ele geçiren ölümün nihayete ereceği anı ürpertici bir soğukkanlılıkla bekleyen bir sihirbazın yaşam felsefesinde… Üstelik romanın ana karakterlerinden Ida’nın da zaman zaman ufacık ölümlere sebep olup tekrar çalışan, yani taşikardi geçiren kalbi hem ona hem okura ölümün her an bir kapı arkasından çıkıp gelebileceğini hatırlatmaktan çekinmez. Ölüm metin boyunca, biz ondan bahsetmezken de, boydan boya yaşamla çevrelenmişken bile varlığını sürdürür.
Yurtsuzluk hissi ve bir yere ait olamayış tıpkı ölümün çeşit çeşit halleri gibi metnin içine sızıp bütün boşluklara dolarak yerleşiyor. En yaşlı kuşak olan Paraskeva’nın siyasi sebeplerle yitirdiği yuva fikrini ve aidiyetini, kızı Ida daha kişisel bir tercihin sonucunda yaşıyor. Genç yaşta, eğitimi için çıktığı aile evine bir daha dönmeyen Ida, anne ve babasının ölümünden sonra da bu evle hiçbir bağ kuramaz. Üstelik kızı Maja da bir yere kök salmaktansa adeta bir nomad gibi yaşamayı seçerek turistik rehberler yazmayı meslek edinmiştir. Yanında çocuğuyla, dünyada bir yerde, sürekli seyahat eden yalnız kadın figürü olarak Maja hem alışılmışın dışına taşmakta hem de hiçbir yere kök salmadan yaşamaktadır. Bu yurtsuzluk hissi üç kuşak boyunca annelerden kızlarına aktarılan bir gelenek gibidir adeta. Fakat çoğunlukla olumsuz bir çağrışımla, üzücü yanıyla düşünmeye alıştığımız halinin aksine, yurtsuzluk, “Son Hikâyeler”in kadınları aracılığıyla evrenselliğe, tek bir coğrafyaya ait olmak yerine dünya vatandaşı olmaya ve bu kapsayıcılığın getirdiği özgürlüğe işaret eden bir şeye dönüşüyor.
Yazar sanki yıllar önce “Bir kadın olarak ülkem yok. Bir kadın olarak bir ülkem olsun istemiyorum. Bir kadın olarak bütün dünya benim ülkem.” diyen Virginia Woolf’un ruhunu çağırıp satırlar arasında gezdiriyor. Böylece Paraskeva’nın kalbini acıtan bu kavram, yurtsuz Ida’ya ve ondan da Maja’ya uzanırken biçim değiştiriyor, kadınların öykülerinde yurtsuzluk adeta bir yaşam alanına dönüşerek değişiyor. Durmadan yer değiştiren insanın ve kaotik bir coğrafyada sancılı bir siyasi iklimde yaşamanın yansıması -kadınların aksine- Paraskeva’nın eşi Petro’da farklı bir şekilde seyrediliyor. Petro, yurtsuzluğun ve değişimlerin ve nihayetinde ölümün bellek yitimine sebep olmasından korkar gibi, önemli gördüğü her şeyi durmaksızın ahşap bir sandığa kazıyarak not ediyor. Belki de kendi tarihini kendi elleriyle yazmanın gereğini duyuyor. Kızının mezun olup üniversite için evden gidişini ya da bahçeye çalı fasulyesi ekişini, kendi dünyasında kaydedilmeye değer bulduğu her şeyi yine kendi yöntemiyle tarihin bir parçası haline getiriyor. Ölümün silip götüreceği bedenine, benliğine, hikâyesine rağmen geride bir iz bırakmayı deniyor.
Romanın genel dokusuna sinerek metin boyunca kurguyu takip eden karanlığın, gerilimin, hatta yer yer tiksinti hissi yaratacak öğelerin yerleşimi ve ele alınışı da dikkat çekici. Yazarın bu dokuyu kurarken sağladığı denge, bir ip cambazının ip üstündeki halini anımsatıyor. Tıpkı ölüm kavramını oldukça yoğun bir şekilde ele alırken okuru bunaltmadan, yormadan dengeyi sağlayabildiği gibi bu karanlık, tiksindirici olabilecek sahneleri de okurun garipsemeyeceği şekilde, romanın organik bütünlüğü içinde, doğallıkla anlatıyor. Hasta bir köpeğin yaralarından yayılan kötü kokuyu, yaşlı bir kadının takma dişlerinden çıkan sesi ve rahatsız edici görüntüyü, ölü bir kaplumbağanın kabuğunda kalan son eti yiyip bitiren solucanlarla sinekler… Her şey öylesine yerli yerinde, öylesine gerekli bir noktada karşımıza çıkıyor ki yadırgamadan okuyor, zaten hep beklediğimiz bir şeyle karşılaşmışız gibi hissediyoruz. Tuhaf olan şu: Ölüm, hastalık, yaşlılık, tiksinti, belirsizlik, gerilim; olumsuz çağrışımlarla dolup taşabilecek hiçbir şey romanın kendisini karanlık, sıkıcı, bunaltıcı hale getiremiyor. Aksine hepsi metinden alınan hazzı artırmaya yarıyor. Karanlık olan bunca şeyi dengede tutan belki de insana iyi ve ferah hissettirecek unsurların da kitapta görünür olması.
Her şeyden önce doğanın kuşatıcılığı ve kuvvetiyle çevreleniyor karakterler. Başta Polonya coğrafyasında olmak üzere, değişen mekânlarda kendini göstermeye devam eden doğa, daima kanlı canlı bir varlık gibi karşımızda duruyor: Karla örtülü volkanik dağ ve sıradağlar, ormanın sessizliği, dağ başındaki bir evin ıssızlığı, nehir yatakları, tektonik plakalar, derin vadiler; tropikal bir adanın plajı, muazzam deniz kabukları, ışıldayıp duran yıldızlar… Öte yandan metinde doğa, büyüleyici olduğu kadar öğretici de. Üstelik kimi zaman da arkaik mitolojik anlatılarla ve geleneksel inanışlarla birleşerek gündelik yaşamın içinde yer almakta. Bu yapılar yalnızca doğa üzerinden de ele alınmıyor, farklı şekillerde, roman boyunca sık sık karşımıza çıkıyorlar: Noel ve Paskalya gibi daha yaygın şekilde bilinen inanç günlerinden ve pişirilen geleneksel yemeklerden tutun da Slav mitolojisindeki kutsal kuşlara ve tanrılara, Rus Halk masallarındaki ürkütücü öğelere kadar geniş bir yelpazede bölgenin kültürünü gözlemlemek mümkün. Böylece zaman zaman sezilen, bir tür modern masal okuyormuşuz hissi de iyice güçleniyor.
Tokarczuk kurduğu bu kendine has dünyaya, yine aynı şekilde özgün bir dilin aracılığıyla okurunu çekiyor. “Son Hikâyeler” pek çok yanıyla, yazarın üst üste aldığı ödülleri bir kez daha haklı çıkaran bir roman.
edebiyathaber.net (20 Ekim 2021)